Çiçek Atın Yenilmişlere
suat hayri küçük
Tam da tarih çökerken beliren ateş insanlarına çiçek atmıştır Stefan Zweig. Her çağın yenilmişlerine, uzağı iyi görenlere, kenar insanlarına, menzili yurt tutanlara, uçurumlara tırmandıkça burçlara düşenlere, çığ altında kalsa da kulağında karanfil taşıyanlara adamıştır yazma yetisini. Unutmadık bizler de, buğulu bir şafak vakti diz çökmüş dünyaya veda eden Zweig’ı. Öyle ki Zweig, acı kemirdikçe yüzünü gülmeye cüret etmiştir; esirgemeden söylemiştir sözünü; söylemiş ve ruhunu kurtarmıştır!
Stefan Zweig, her şeyden önce iflah olmaz bir okuma müptelasıydı. Bir okuryaşar olan Zweig, okuma edimini öyle bir düzleme taşımıştı ki, onun yazdıklarında yazı öncesi sözleri, söz öncesi sesleri duyar gibi oluruz. Daha çok edebiyatın ustalarının yaşamlarına dair yazdıklarıyla bilinen bir ustanın yazdığı son esere dair yazmak, dilin şehvetiyle biçimlenmiş bir diyarın eşiğinde ıslık çalmak gibi bir gözü karalık gerektiriyor. Geleceğin görkemli enkazı geçmişin arzularını süsleyen düşlerde ve de şimdinin şehvetli esrimesinde ıslık çalmaktadır. Sözün bittiği yerde insan, söz öncesi seslere yönelir istemsizce. Konuşmanın imkânsız olmaktan öte, anlamsızlaştığı bir değerler çölünde, insani olan her şey dilden kaçar; dil insandan yoksunlaştıkça yaşam esirger kendini dilin evreninden. Yaşamdan yoksun bir dilin dokunabileceği tek şey, çürük dişlerdir. Kesinlikler cehenneminde insan yarattıklarının gölgesinde kalır, ezilir, siner, silinir… Mademki her müphem gölge mutlak bir ışığın çocuğudur, gölgenin kudretini anlamak için, ışığın hikmetini bilmek zorundayız. Siyaset bilimi ve felsefe kadar edebiyatın da çokça ilgisini çekmiş olan satranç oyunu, Elias Canetti’nin Körleşme’si, Samuel Beckett’in Murphy’si, Vladimir Nabokov’un Lujin Savunması, Gustav Meyrink’in Golem’i ve de en derinlemesine Stean Zweig’in Satranç adlı eserinde edebileştirilmiştir. Fakat tüm bunlar arasında Satranç, simgesel katmanlarında çınlayan ahlarıyla ayrı bir yerde durur. Zweig’ın 1938-1941 yılları arasında sürgün yaşamının son mekânı olan Brezilya’da yazıp, bir yıl sonra Buenos Aires’te yayınladığı bu uzun öykü, onun edebiyata, dünyaya ve yaşama vedasıdır. Yaşamına değen insanların duygu ve düşünce evreninin ürkütücü biçimde dönüştüğünü gözlemleyen Zweig, Hitler ve Nasyonal Sosyalistlerle sembolize edilen faşizmin bütün bir Avrupa’da yaşamın kılcal damarlarına kadar sızdığını ve trajik geleceğin yaşamın kapısını zorladığını sezmiştir.
Zweig’in açıktan Nazizm’i hedef aldığı tek edebi eseri olan Satranç, kendi felaketine iştahlanan Avrupa’nın ahmakça kibrine, marazi tutkulara, sapkın zekâlara, ruhsuz akıllara, bedensiz ruhlara, yıkımlarını inşa eden her türden yaratıcılara karşı bir çığlıktır. Bu uzun öyküde Zweig’in bütün edebi izleğini görmek mümkündür.
Satranç’ın olay örgüsünü özetlemek gerekirse: New York’tan Buenos Aires’e doğru yol almakta olan bir gemide, dönemin dünya satranç şampiyonu olan Mirko Czentovic, tuhaf ve hayli zorlu bir rakiple karşılaşır. Bu gizemli adamın adı Dr. B’dir. Adı sanı bilinmeyen bir amatör olan bu tuhaf rakibin satrançla tanışma hikâyesi trajiktir. Nazi şiddetini aklı, ruhu ve bedeninde deneyimlemiş olan Dr. B., tesadüfen karşılaştığı ve çaldığı bir kitap sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır. Dr. B’yi faşizm karşıtı, özgürlükleri ve yaşamı savunan kutbun bir fenomeni olarak okumak mümkündür. Muhtemelen kendisiyle de çeşitli bağlamlarda özdeşleştirmeler kurmak istemiş olan Zweig, açıktan Dr. B’nin tarafını tutsa da, onun kurumsallaşmış şiddet karşısında yaşam savunusundaki yetersizliğini, güçsüzlüğünü ve yabancılaşmasını da sorgulamaktan imtina etmemiştir. Hitler’i ve faşizmi sembolize eden diğer temel karakter olan Czentovic ise, iletişim yetisi gelişmemiş, yaşamında satranç dışında hiçbir insani boyutun oluşmadığı, kişiliği rekabet ve kazanmak üzerine kurulu mekanik aygıta dönüşmüş, duygusuz, soğuk, zalim, gaddar, kuralcı, estetik algıdan yoksun ve Herbert Marcuse’un dediği gibi tek boyutlu bir insandır. Dr. B. ile Czentovic’in şahsında, satranç tahtasının başında karşı karşıya gelen iki insan olmasının ötesinde, yaşam ve ölümdür varoluş mücadelesine tutuşan. Czentovic ile temsil edilen varlığın karanlık yüzü, bireyin ve toplumun yaşamdan yoksun kalışı karşısında, Dr. B. ile sembolize edilen yaşamın kendini savunması (conatus) yorgun, umutsuz, çaresiz, ontolojik bütünlüğünü sürdürme kudretinden yoksun düşmüş olarak betimlenmiştir. Hiçlikle kuşatıldığı ve içinin umutsuzlukla dolduğu anda tesadüfen eline geçen bir kitapla satrancın yasalarını, mantığını ve düşünsel evrenini öğrenerek yaşama bağlanan ve bu oyunu hastalıklı bir tutkuyla aklının ve ruhunun kral yoluna oturtan Dr. B’nin hikâyesidir Satranç. Dr. B’yi fantastik kılan şey, onun çok bildik, tanıdık oluşundandır.Satranç bir veda mektubudur; Avrupa’ya, modern iyimserliğe, hümanizmaya, ideallere ve iyicil ütopyalara… Burjuva söylence tuz buz olmuştur. Zweig faşizmin politik bir ideoloji olmasının çok ötesinde tek tek bireylerin en arkaik güdülerini kaşıyan, ajite eden doğasını görmüş ve Satranç’ı yazıp, eşi Lotte ile intihar ederek, çağın ruhundan bedenini esirgeyerek şah mat demiştir.
Hikâyenin odağında olan satranç oyununun gerilimli doğası, kurgunun gerilimli atmosferi ve kahramanı olan Dr. B’nin ruhsal savruluşları arasında oluşan diyalektik imgelemde bilincimize musallat olan şey, Zweig’in şeylere ve olaylara kritik mesafeden bakan gözlemci yeteneğidir. Bu yeteneğin merceğinde beliren şey, çağın ruhunu oluşturan korku ve kaygıdır. O, çağına baktığında insanın ve yaşamın uçurumun kenarındaki imgesini değil, insanın birey olarak bir uçuruma dönüşmüş olmasıdır.
1933 yılında Almanya’da Naziler tarafından yakılan milyonlarca kitap arasında onunkiler de vardı. Böylesine yükselen cehalet bayrağının ardında biriken ve köpüren güç karşısında sular terler, ateşler üşür, aynalar sırrını yitirir. Edebiyatın, sanatın ve felsefenin yurtsuz kaldığı çağın köpüren maçist ruhunda zuhur eden ırkçı seküler din, insana inancın da kökünü kazımıştır. Tam bu insaniyetsizlikte vuku bulmuştur Satranç ve bir yangın alarmı, bir imdat frenidir Zweig’in Satranç ile sembolize ettiği şey. Bu bir olaydır ve kendi hakikatini biçimlendirirken, hakikate sadakat gösterecek olan yeni bir öznelliği salgılar. Varlığın evi olan dilde, üzerine konuşulmayan şey hakkında susulmalıdır elbette. Dünyanın sınırı olan dilde, dilsel olmayan şeyler vardır mutlaka. Dilin dışına sarkmadan, dilin kral yoluna giremeyiz.
Sert, duygusuz, bedenine yabancılaşmış bir aklın estetiğinde biçimlenen satranç oyunu, bu öykünün ontolojik menzilini işaret etmektedir. Antagonist toplumsal sınıfların ve değerlerin varlık tarzını Mirko Czentovic ve Dr. B. karakterleriyle geleceğin düşsel enkazına tercüme eden Satranç, inşa edilen bir yıkımın iştahına kapılmış aklı sorgulamaktadır. Gestapo tarafından hiçliğe kapatılmış, varoluşunun bütünlüğünü koruyamayarak benliği parçalanmış olan Dr. B., kendine karşı oynadığı satranç oyunu gereğince trajik bir karakterdir. Kazanma, başarma, kendi olma imkânı elinden alınmış; bilmek, unutmak, bildiğini unutmak, unuttuğunu bilmek zorunda kalan Dr. B., bütün arkaik güdüleriyle bir Hitler prototipi olan Czentovic karşısında satranç oynarken bile kendi ontolojik bütünlüğünü sabote etmektedir. Onun bu varlık tarzı, çağın ruhuna musallat olan faşizmin karşısındaki toplumsal kesimlerin felç olmuş haline gönderme yapmaktadır. Kurumsallaşmış gücün insanda yaşama kuvveti bırakmadığını kendi etinde deneyimlemiş olan Dr. B., bu kör ve sağır edici hiçlik karşısında yaşamı savunma kudretini yitirdikçe aklına sığınmaktadır. Ve fakat yaşamdan yana olan düşünce, temelleneceği bir nesne bulamadığında ruhu kemirmeye başlamıştır. Gestapo tarafından sorgulanmak üzere bir yıl boyunca bir otel odasına kapatılmış olan Dr. B’nin trajik hikâyesinde insanın zaman-mekân, mesafe, ses, görüntü, nesneler ve başka insanlardan yoksun bırakıldığında, yani yaşamdan tecrit edildiğinde, yani mutlak anlamda kendisiyle sınırlandırıldığında, kendisi olarak kalamayacağının ve de böylesi bir kıyıcılık karşısında hayatta kalmanın yaşamaya yetmediğinin edebi biçimini görmek gerekir.
İnsanın gerekli koşullar oluştuğunda ne kadar zalim ve gaddar olabileceğini salt fiziksel/bedensel boyutta ele alan Edgar Allan Poe’nun Kuyu ve Sarkaç adlı öyküsü, insanın içinde pusuda bekleyen karanlığı görünür kılmıştı. İnsan ruhunun dehlizlerini ve bilincin labirentsi katmanlarını avucunun içi gibi bilen Poe’nun tam aksine Zweig, insanın asaletine, erdemlerine ve yüceliğine sadakatten hayatının sonuna dek caymamıştır. Satranç’ın kahramanı olan Dr. B’nin hikâyesi bizlere ruhun, bilincin, kimliğin ve kişiliğin ezilip parçalandığı hiçlik nedeniyle, işkencenin içten bir çürümeye ve bozulmaya neden olduğunu söylemektedir. Öyle ki, bu koşullarda hayatta kalmak, ölmek için yeterli olabilmektedir. Tüm büyük şahsiyetler gibi kudreti zayıflığından beslenen ve yaşamın uçurumlarından düştükçe yazının burçlarına tırmanan Zweig, Satranç vasıtasıyla giderayak geride kalanlara; akmayan bir zamanın kıyısında, değişmeyen şeylerin düzeni karşısında eylemsiz bırakılan insanın düşünme yetisinin de nesnesizlikten yozlaştığını ve ruhun hiçlik tarafından kemirildiğini ve bu inşa edilip estetize edilen yaşamın vahşetin çağrısına teşne olduğunu fısıldamaktadır. Onun dilindeki sertlik, ruhundaki inceliklerde bilenmiştir.
“İnsanın özgürlüğü kendisine yapılanlar karşısında takındığı tavırda gizlidir,” der Sartre. Eğer Zweig’in özgürlük tutkusu anlaşılacaksa, faşizm karşısındaki tavrının en somut biçimi olan Satranç okunmalıdır. Onun toplumsal ve davranışsal psikolojiye ilgisi ve verdiği önem, eserlerindeki karakterlerin ruhsal yapısı bağlamında biricikliği ile toplumsal gerçekliği arasındaki diyalektiği yansıtma biçeminde görünür bir fenomendir.
Satranç’a dair yaygın yapıt okumalarda Dr. B. ile Zweig arasında kurulan özdeşlikte doğruluk payı olsa da, Zweig öykünün anlatıcısı aracılığıyla akla, sanata, bilime ve mekâna dair görme biçimini güçlü bir biçimde şöyle betimliyor: “Bu denli eski olmasına karşın hep yeni, bunca mekanik düzeneğine karşın hayal gücüne dayalı, sabit geometrik bir alanla sınırlı olsa da bileşimleriyle sınırsız, durmadan gelişen bir kısırdöngü, hiçbir yere varmayan bir düşünme hareketi, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıt vermeyen bir sanat, maddesiz bir mimari, yine de bütün edebi ve sanatsal yapıtlardan daha kalıcı bir oyun; bütün halkların ve bütün zamanların biricik oyunu…”
Montaigne biyografisini yeni tamamlamıştı. Satrancı yazdığı günlerde, yani intiharın eşiğindeyken, arafta bekleyen dostlarına yazdığı bir mektupta, “Sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz, benim artık buna gücüm kalmadı,” diye seslenmişti. Entelektüel bir ortamda büyümüş olan Stefan Zweig, faşizmin ilk hedefinin entelektüel yaşam olacağını en başından beri bilmekteydi. Toplumsal bedenin kafasız bir gövdeye dönüştürülmesi olan faşizm; binlerce yıllık bilişsel ve duyumsal birikimin ve kültürel sermayenin taşıyıcıları olan entelektüelleri hedef alarak, toplumu biçimsiz bir kitleye indirgemek istemiştir. Faşizm, kanser hücresi ahlakıyla sinsice sirayet etmiştir topluma ve kaypak bir kurnazlıkla ele geçirmiştir bireyleri. Kurnazlık zekâya çok benzese de (belki de benzediğini için demeli), zekâdan nefret eder. Kurnazlık, içine doğarken içimize yerleşen doğanın yaşam karşıtı güçleri ve yırtıcı işleyişi karşısında hayatta kalmaya yetecek kadar zeki olmayan bireylerin geliştirdiği kaypak bir benlik biçimidir. Bu sinsice kurnaz doğası gereği faşizm zekâya ve insan zekâsının yaratımı olan sanata ve edebiyata düşmandır. O günlere değin edebiyat, sanat ve felsefenin coşkusuyla biçimlenen ve Avrupa kültürünü etkileyen bütün felsefe, sanat ve edebiyat akımlarının buluşup melezleştiği bir kent olan Viyana çağın en kıymetli dehalarını kendine çekmekteydi: Wittgenstein, Freud, Karl Kraus ve başkalarını… Şehir, Gluck, Haydn, Mozart, Beethoven, Schubert, Brahms, Johann Strauss ve başkaları tüm dünyayı müziğe bezediği bir kaynak olmuştur.
Bütün bu edebiyat ve sanatla biçimlenmiş geçmişine rağmen, çok kısa bir zaman içinde cehenneme dönüşen entelektüel cennette (Viyana) edebiyata şiirle başlayan Zweig, çok çeşitli türlerde eserler vermiştir. Fakat onun adı en çok biyografileriyle özdeşleşmiştir. O, başkalarının derinliklerine tırmanarak kendi uçurumlarını görmek istemiştir. Özellikle de düşünsel evreninden etkilendiği edebiyat, sanat ve felsefe dehalarının kişisel yaşamlarını anlamaya çalışarak, çağının toplumsal gerçekliğine ses vermeyi istemiştir. En çok da çağına yenik düşmüş olanların yaşamına odaklanmıştır. Biyografilerini yazdığı bu türden şahsiyetlerin acılarını tutkuyla ve empatiyle duyumsamış ve okuyucusuna da bu duygudaşlığı yansıtabilmiştir. Balzac, Dostoyevski, Nietzsche, Hölderlin, Erasmus, Stendhal ve Dickens gibi çağının tiranlarına boyun eğmemiş şahsiyetlerin ruhlarındaki fırtınaları duyup anlamaya çalışmıştır. Zweig’in biyografi türünü bu denli önemsemesi ve biyografisini yazdığı şahsiyetlerin trajik hikâyelerinde taraf olmayı tercih ediyor oluşu, kişiliğinin çekirdeğindeki merhamet duygusundan beslenmiştir. Onun merhamete dair edebi, sanatsal ve düşünsel tavrını anlamak için, şu pasajı okumak epeyce ipucu vermektedir: “İki tür merhamet vardır: Zayıf ve duygusal olanı, yabancı birinin ıstırabı karşısında kişinin duyduğu sarsıntıdan bir an önce kendini kurtarmak için gösterdiği sabırsızlıktır. Bu türden bir merhamet acıyı paylaşmaz; ruhun yabancı bir acıya karşı kendini koruma güdüsüdür bu. Asıl kıymetli olan, duygusallıktan uzak, yaratıcı merhamettir. Bu türden merhamet ise, ne istendiğini bilir; sabırla acıyı paylaşarak gücünün sonuna kadar ve hatta gücün aşacak kadar her türden acıyı paylaşmaya kararlı bir iradeyle biçimlenmiştir.”
Derinlemesine güçlü empati yetisi sayesinde, sadece eserlerini okuduğu sanat, edebiyat ve felsefe ustalarını çıplak hakikatleri içinde anlayıp betimlemeyi ustalıkla yapan Zweig, söz konusu şahsiyetlerin biyografilerini yazarken disiplinler arası okumalar yapmıştır. Bir romanı bir resimle, bir şiiri bir müzikle, felsefi bir düşünceyi bir heykelle birlikte düşünerek yeniden anlamlandırmakla, erken yapısökümcülüğün işaret fişeği olmuştur. Kavramları, imgeleri, sesleri, nesneleri, duyguları, fikirleri ve bedenleri zamandan ve mekândan sökerek ilişkilendirip, çağının gerçeğinde melez anlamlar peydahlamıştır. Bu yönüyle Zweig, çağımızın ruhunu kavrayan bir yaklaşımla, anlamın ilişkisel doğasını görünür kılmıştır. Yarattıkları birbirinden tümüyle farklı karakterlerle bilinen (Dostoyevski, Balzac, Dickens, Stendhal, Tolstoy, Nietzsche, Kleist, Hölderlin) kurgu ustalarını, onların ustalıklarına eşlik edebilecek bir dilsel salınımla duymuş ve dillendirmiştir. Başka türden ruhsal, bedensel ve düşünsel azapların nesnelerini duyumsayarak, tüm bunların ardındaki maddi ve toplumsal nedeni görünür kılan biyografilerinde, kendi deyişiyle, kendi kaderine yenik düşenlerin panteonunu inşa etmiştir. Fakat bu panteon ezici, dikte edici otoriter bir iktidar kalesi olmaktan çok uzaktır. Aksine, sözünü ettiğimiz bu panteon, ezilenleri cesaretlendiren, ah kuyularında yangınlar peydahlayan ve var olan her şeyin yıkımını müjdeleyen kıvılcımlar diyarı olmuştur.
Zweig gibi sevmek! Evet, insana inancın can çekiştiği çağımızda, dünyayı yeniden büyülemek için onun gibi sevmek, bilişsel olmanın çok ötesinde, gündelik yaşamın kaleleri (güç, zenginlik ve iktidar mekânları; değer, anlam ve yapıntı özne piramitleri) karşısında ontolojik bir reddiye olabilir ancak. Zweig, biyografilerini yazdığı kişileri sevmiştir! Onun için sevgi ölçüsüzlüktür ve bu ölçüsüzlüğün maddi temeli, verili haliyle dünyanın yetersizliğidir. Bizler onun yazdıklarını okurken, onun bu kişilerin acılarını duyumsadığını sezeriz. Onu çeken şeyin bu şahsiyetlerin çektikleri acılar olduğunu bile söylemek mümkündür. Fakat onun acıyla ilişkisi poetiktir ve bütün praksisi bu paralaksta biçimlenmiştir; mesiyanik çileci bir acı anlayışı ona çok uzaktır. Her ne kadar metne adamış olsa da yaşamını, yazdıklarında salgıladığı imgeler, onun içindeki ressamın metne musallat olan doğasıdır. Yaşamını anlattığı birinin herhangi bir anını, o ana anlamını veren duygusunu, düşüncesini, bedeninin aldığı formu, içinde belirdiği mekânı betimlerken oluşan resimsel durumu görmemek mümkün değildir. Tolstoy’da gördüklerini işiten ve Dostoyevski’de işittiğini gören Zweig, Shakespeare’de tenin dünyasını kat etmiştir.
Dünün dünyasına kıyılmış, canına kast edilmiştir. Nazilerin pususuna düşen Avrupa’da yitirilen ilk mevhum merhamettir; yitiktir dünya Avrupa için. Zweig Erasmus’u ve Özgür Düşünce’yi yazarken iyimserliğini korumaya çalışsa da, kitapları meydanlarda yakılmaktadır. Kendi trajik sonuna doğru koşmakta olan Zweig, Rilke, Paul Valery, Romain Roland, Thomas Mann, Gorki, Rodin gibi dostlarından ayrı düşmüştür ve etrafında sohbet edecek kimselerin kalmadığı bu kirli yapışkan günlerde o hâlâ yaşamının ideali olan Balzac’ı yazma umudunu diri tutmaya çalışmaktadır. “Goethe kadar güçlü ve hayatın cesur efendisi olan kişiler kadar, bazen Kleist gibi ölmeyi beceren ve de ölümün kendisinden, zamanı aşan bir şiir yaratabilen birileri de olmalıdır,” diyen Zweig, harap olmuş umutlara yakarışını ve insanın çöküşüne inat ayakları üzerinde ölmeyi bilenlere hürmetini edebileştirmiştir. İşte böylesine tutkuyla bağlı olduğu yaşamın esirgendiği kalpsiz dünyaya gururla veda etmiştir Zweig; vedasını taçlandıran Satranç, kuğunun son ötüşüdür. Kuğunun en güzel ötüşünde çınlayan dilsel şehvet, “En derin olan tendir,” diyen Paul Valery’nin yüzeye bahşettiği kudrettir.
suat hayri küçük
Down
Comments