Suat Hayri Küçük
Ölçüsüz bir iştahla bakışı mülk edinen imgeler, poetik hükümranlığını ilan etti. Artık arzusunu sorgulamaktan aciz her türden ihlal yasayı tamamlamaktadır. Tıpkı Tanrı gibi varoluşsal delikten öte nesnesi olmayan burjuva öznellik arzuyu iştaha, ihlali ironiye indirgemektedir. Fostervari konuşmak gerekirse, bir travmatik yaraya dönüşen burjuva öznelliği deşilmelidir. Tehdidin pornografik şiddeti, vaadin erotik doğasıyla yüzde/bakışta karşılaşır...
“Dahil olduğumu hissettim; resmi gördüğüm anda sanatçının eserine dahil olduğumu, sanata dahil olduğumu.”
–Andy Warhol
“En derin olan tendir” diyen Paul Valéry’ye reverans yaparak kıvrılmak istiyorum bu yılansı metnin içine. Ve Valéry’ye arkadan yanaşarak, “Çünkü ten bir inşa değildir. İnşa edilmiş bu antroposen dünyanın sefil ışıltısı ve kırılgan sertliği soğuramaz tene serpilmiş yontuyu” diyerek tünemek istiyorum; bu metnin eşik bildiği, teskin etmeyen sanatın ehlileşmeyen kasırgasına.
Uus Baker’in “aşındırma”, Foucault’un “kazı” ve Deleuze’ün “yılansı kıvrılma” metaforu, Marx’ın “köstebek-oluş”una eklenedursun… Hal Foster, Yeni Kötü Günler adlı çalışmasında direnişin estetiğinden öteye sarkarak, saldırı sanatına alan açacak bir “deşme”den söz ediyor. Beni bu sözcükle yakalayan Foster, gerçeği ve gerçeğe benzemeyen hakikati deşecek olanın sanat-oluş’a içkin olduğunu da fısıldıyor… Eleştirinin geri alınmasını, yani yeni kötü günlerle hesaplaşmanın cephe gerisinde ele geçirilmesi gereken gelecek olduğunu da mırıldanıyor…
“Birçok sanatçı, bir bütünsel duygulanım mekânına yerleşme, diğer yandan duygulanımlardan tümüyle kurtulma (kendini esirgeme, kendinden yoksun bırakma); bir yandan yaranın müstehcen dirimselliğine sahip olma, diğer yandan cesedin radikal hiçliğini işgal etme arzusuyla hareket ediyor gibi görünüyor” diyen Foster, şeylerin somut belirsizliğinde kaygının metafizik deliğine işaret ediyor gibidir. Bu kapitalist çöplükte duygulanıma gömülü cesetlerin müstehcenliğiyle yaraya dönüşen sanatın, varoluşsal bir delik olarak utancı ve dehşeti mülk edinmiş sanatçı-oluş’un gösterişli sefaleti arasında ne varsa sanatımsı olan kitsch’in gözyaşlarına terk edilmelidir. Hiçliğin bedeni olarak boşluk, onu var kılarak bir şeye benzetir; azat eder onu her şey olmanın biçimsizliğinden. Bu, maddenin sanat yapma biçimidir. Onu böylesi bir sanat yapmaya kışkırtan, sonsuzun felsefesidir. İştah kuyusunu hevesle dolduramazsın; arzunun kıvrımlarında tutkuyla salınmalısın. İştahla ve hevesle çöle susar estetik; akışta ve kıvrımda aklın tutkusu karışır bedenin arzusuna. Uğuldayan boşluğun sustuğu olur sanat; dipteki tortudur sanatçı, yerini bir boşluğa bırakmanın diliyle kanar felsefeye. Masumiyet mezarlığından geçiyor yolumuz; ıslık çalalım. Bruegel kayıtsızlığıdır bizimkisi; kendi kararlarımızdan başka bir şey yok sırtımızı dayayabileceğimiz.
Orada estetize edilen şey, katharsis’in parodisidir. Kitsch, iki damla gözyaşının art arda yuvarlanmasına neden olur. İlk damla şöyle der: “Çocukların çayırda koşuşturduğunu görmek ne güzel şey!” İkinci damla ise şunu söyler: “Çocukların çayırlarda koşuştuklarını görüp, bütün insanlıkla birlikte duygulanmak ne kadar da güzel!” Kitsch’i kitsch yapan bu ikinci damladır. Çölün kendine susayan olay’sızlığına iştahlı gövdelerin krizi ve bu krizin salgıladığı anestetik’ten söz etmektedir…
Adorno’nun bütün uyarılarına rağmen Benjamin’in coşkuyla karşıladığı, yapıtın aura’dan azade oluşu failiyle buluşabilseydi, yapıt gerçekten de olay yerine dönüşebilirdi. Ve fakat eleştiri sinik orta sınıflarca çalındığından, aura ile yapıt arasına giren meta estetiği virtuel faili afallatmıştır. Ranciere’in, “En genel ifadesiyle eleştirel sanat izleyiciyi dünya dönüşümünün bilinçli bir failine dönüştürmek için tahakküm mekanizmaları hakkında farkındalık yaratmak üzere yola çıkan bir sanat türüdür” diye tanımladığı sanat arzusu, orta sınıf iştahına teşne oldu. Sanat nesnesini güzel kılan “vahşi oluş”, tiksinme ile büyülenme arasındaki mesafeyi silebilir.
Ölçüsüz bir iştahla bakışı mülk edinen imgeler, poetik hükümranlığını ilan etti. Artık arzusunu sorgulamaktan aciz her türden ihlal yasayı tamamlamaktadır. Tıpkı Tanrı gibi varoluşsal delikten öte nesnesi olmayan burjuva öznellik arzuyu iştaha, ihlali ironiye indirgemektedir. Fostervari konuşmak gerekirse, bir travmatik yaraya dönüşen burjuva öznelliği deşilmelidir. Tehdidin pornografik şiddeti, vaadin erotik doğasıyla yüzde/bakışta karşılaşır...
Dehşetli zamanın ışıkla örtülmüş deliğinden geçiyoruz. Üzerine tünediğimiz hakikat kendi içinden kovulmuş; öznenin figürü iştahın mekânı olmuş ve salt bakışa mıhlanmıştır sahne. Hakikatin bu müstehcen saldırısı karşısında, gerçek olmayana imkânsız bir açılma vaadi olacaktır. Gerçeğin ne olduğunu, ancak bize ne yaptığını duyumsayarak bilebiliriz. Bu dehşetli şimdi ile hesaplaşmak için Foster’in Brecht’e selam çakarak söylediği gibi, eski güzel günlerden değil, yeni kötü günlerden hareket etmeli.
Harfsiz kelimelerle konuşan sanatın dili sınırsızdır, çünkü o zaten sınırdır; var olan şeylerin benzerini değil, benzemenin kendisini görünür kılar. Şimdi burada ne varsa muteber olan, kucağına boca eder işvenin demini. Bu, bir yaranın zonklamasıdır. Hiç başlamamış olan bir yolun yorgun der ki: Yol, adımlarımız arasındaki çalımımızda oluşacak. Öyleyse, “Acı kemirse de yüzümüzü, cesaret gülmek ister!” diyen bir kavmin vasileri olarak, Deleuze’ün yerde kalan sorusunun altına girelim. “Bugün dünyayı sevmek mümkün mudur?” diye sormuştu, Marx’ın İhtişamı’nı yazdıktan sonra yazmayı bırakacağını ve resim yapmaya başlayacağını söyleyen Deleuze. Boyun eğmiş bir mevhumsa özne, kişi bir başkaldırıdır! Bir varlık taşması olarak sanat, öznenin dünyasını başına yıkan kişiyi kendisinden öyle uzağa fırlatır ki, uzaklık kalmaz yakınımızda. Evet, uzağı çoktur kişinin; salt bu uzaklıktır dünyayı sevilesi kılan. Sevilmediğince kıymeti olan bu dünya, tıpkı dilin konuştuğumuzda dil olması gibi bir garabettir. Harfler ait oldukları sözcükleri yırtar, bekleyiş unutuşun imgesini dilin eşiğine boca eder. Kaybın salgısı olarak dil, kavramak istediği şeyi kışkırtır; şeyler dile gelmek için durmaya koşar... İşte bu uğraktır bakışın bilişten kaçtığı yer. Hiçbir bakışın mülk edinemeyeceği bir perspektif bahşeder, gerçeğin gözlerinin içine bakma cüreti kuşanan sanata. Bu bir sunak, sığınak ya da kale değildir; sonsuz olan tek şeyin sınır olduğu ve bir nesne olarak biçimin vuku bulduğu olay yeridir burası. Münasebetsiz, olmadık bir yersizlikte boşluğun maskesi olarak çıplaklıktır sanat yapıtının içsel sınır. Bu imkânsızlık momenti yaratının da mekânıdır.
Zorunlu bir imkansızlıktır bu. Bir o kadar da yanılsamadır. Gerçeklik düşünsel olduğu kadar, düşünsel olan da sanatsaldır. Henüz bilincine varılmamış olanın şehveti olarak sanatın gerçekliği düşünsel bir zorunluluk olarak zonklamaktadır. Belki de bunu düşünmüştü Dickinson, “Kafamın uçurulmuş olduğunu duyumsarsam, bilirim ki bu sanattır” derken.
İşvenin deminde parmak uçlarıyla soyutlamalara dokunan, somut olanı metafiziğin iştahına terk eden, kavramı enkaz bilip arzuyu delip geçen bir giz, alenen ehlileşmeyenin sırrı, görkemli basitlik tenden tahtına oturduğunda hakikatin derinliği çekildiğinde yüzeyden –ki dibi yoktur yüzeyin–, bilmenin yetmediği köken açacaktır peçesini. Zihnin sınırı yoktur; bir sınırdır zihin; var olmayana var olanın içinden dokunur. Kendini gören gözdür bu; görmeyi sağlayan, görülen ve göreni gören. Tüm açıklığıyla kapalı bir alanda, bütün dışarıda olanların dolduramayacağı bir içerisi…
Bunun bir anlamı yok; başka bir şeyin anlamıdır bu. Zamanı müzikal olarak örgütleyerek aşmanın dansıdır bu; sadece yadırgamak için talep eder mekânı. Varlığı, kendisini var eden edimde parıldar; görünmez, gösterir. Çığlığın ötesinde bir gülüş, aşındıran içreklik ve vahşidir gözün masumiyeti. Dünyanın imge oluşu, bu lanetli pay, bilincin durmaya koştuğu, kendisinden yaşlı bir kayadır bu. İyimser olmayan bir umuttur. Öyleyse biz tene özen gösterelim, anlam başının çaresine bakacaktır.
Tin tendir; tinlenelim…
Eşik bilinçle aşılmaz; bilinç eşikten aşmanın salgısıdır. Eşikteyiz; sanat temsilin mezarı başında dansa çağırıyor. Bilmenin yetmediği yerdeyiz; felsefenin söyleyemeyeceğini göstermektir eşikte ödenen kefaret. Felsefeye nesneler ekleyelim, dilin duyusal doğasını gıdıklayalım, nesnelerin sığacağı kavramlar salgılayalım.
Her nesne bir uçurumdur, derinlikse kaygımızın örtüsüdür. Şeylerin kendisini açıkladığı yerde dans eder diyalektik. Dans eden beden neşeli bir düşüncedir. Özgür aklın neşesiyse felsefe, yaşama yeni bir gülme yetisi (biçimi) bahşeden sanattır. Varsın çağımızın anıtları inşa edilmeden enkaza dönüşsün; görülmeye değer olan şeyler henüz var olmadılar. Bırakalım kazanmanın en sinsi biçimi olan kaybedenler parodisini, bırakalım şölen sofrasında yer kapmanın en bayağı hâli olan radikal nihilizmi; biz ufku zemin bilen resmin tuvalden sarkan suretleriyiz. Çevrimdeki parazitleri, akıştaki kesikleri ve yaşamı mümkün kılan kuvvetlere dil ve biçim peydahlayalım.
Duyumsama ve kuvvetler, var olanı temsilin ötesinde göstermek isteyen sanatın kutuplarıdır. Yaşamı biçimleyen kuvvetleri görünür kılmak ile tümüyle görünür olan kuvvetimsi boşlukları silmek arasındaki gerilimde zuhur edecek, her ne ise bugüne değin kendine uzam bulamayan kuvvetleri nesne kabilinden bilenler. Bunlardan biri de ressam Jean-François Millet’tir. (1814-1875, Fransa). Yerçekimi kuvvetinin resmettiğinde, figüre sığan bakışlar hareketini görememişti. Burjuva ontolojisi zamanı hareketten yoksun bırakıp, yaşamı sonsuz bir şimdinin tekrarına kapatmak istiyordu ve çağın burjuva korkusunu resmetmekle suçlanmışlardı. Bu vaka bize, yani kültürel alana münasebetsizce müdahale etmenin milyon başlı ucubelerinin ekileceği bu yetersizlikte bir işaret fişeği olsun.
Benzerlik imkânı farkın lütfudur. Çünkü ancak farklı olanlar benzer olabilirler. Öyleyse fark çevrimi tamamlayandır. Hiç değilse bu yüzden farka sığmayan bir nesne katmalı kavramlara. Gerçeğe benzemeyen hakikat, yapıtın etkisine içkindir ve bir hakikat usulü olarak sanat felsefeye bigâne kaldığında, olayın virtüelliğinde barutunu ıslatır ve gizemi ıskalar; artık teskin edicidir. Ve fakat emek somutlar. Arzuyu, değeri ve anlamı mıhlar soyutun kalbinde. Estetiğin sanata tırmanışındaki emeğin bir dinlenme ânına muhtaçtır yüzeyin sanatsal dipsizliği. Metaların hoş, arzulanır ve pürüzsüz çevriminde kesik bir baş gibi kanar emek. İşte bu deşici bir krizdir; yeni kötü günlerin acil sanatıdır. Kalıcı ipekte sınayan felsefenin ve ipeğin alevinde dans eden edebiyatın dilsel etkinlikler oluşu, düşüncenin sanatsal oluşunda köklenmiştir. Bu soydan gelen ve tarihi, düşler mezarlığında dalgalanan şimdinin uzamına dönüştüren çizgiler arasında kurulan diyalojik bloklar anonimleşmektedir ve belleğe karşı çalışmaktadır bekleyiş; unutmuştur muradı. Oluştur bu; devrimci oluşun uğuldadığı sanat oluş.
“İnsan suratı henüz yüzünü bulamadı” demişti Bacon. Takıntı nevrozudur bu; bulana kadar “bu değil” diyen nevrozlular olarak bizler Bacon’un vasisiyiz bu halimizle. Kader değil, keder hiç değil; kökensiz bir başlangıcın kuyruğunu yakalamış olmanın yaban neşesidir mirasımız. Estetiğin soğuramayacağı bir yeğinlikte salınan bu sanat oluşun, merkezinde dilsel olmayan bir şeylerin mırıltısı dahi, yaşamın tensel kuvvetlerini zincire vurulmuş güçlere karşı imgeler salgılar. Her tekinde evrenselin kristalize olduğu can alıcı eylemlerin akacağı yataklar kazılır. Yaşama katkısı bir iletişim modeli sunmak değildir; iletişimin imkânsızlık uzamını mevcudiyet mekânının ayaklarının altından çekip almaktır. Kendini esirgeyen ve kendinden yoksun bırakan bu akışlar öyle biçimler peydahlayacaktır ki, dünyanın anlamları yüzeysiz derinliklerine kapanacaktır; yani varlığın oluşa gelişleri sanatsal bir başkaldırı biçimi alacaktır.
Açık yapıt ile kapsayıcı toplum arasında kurulan zekâya dayalı analoji, eleştirel sanatı mülk edinmiştir. Sıradan bir malzeme düzenlemesine indirgenen kurumsal sanata başkaldırı, sanki arzu nesnesi olarak ütopyayı şimdinin bakışına boca etmek ister gibi veya “her şey sanattır” kurnazlığının köpürtülmesi, herkesin sanatçı olduğu bir toplumsallığı mümkünler evrenine dâhil etmeye yetermiş gibi…
Metalar dünyasında çürük bir diş gibi sırıtan estetiği, gülüşümüzdeki hançerlerle uğurlamalıyız… Yakıcı bir soğuklukla son kez dokunmalıyız gözlerimizle estetiğin cesetlerine. Dikey eksenin ufuksuzluğunda susadıkça düşlediğimiz şeylere çarparak, genç köpekler gibi yasasız olmalıyız; sırtımızdan itecektir ayaklarımızın altında biçimlenen dünya. Her alımlanışta başka bir şey olarak yaratılmaya kurulu yapıtlar, anlam’a indirgenmiş fetihçi “okuma”ya direnir. Eserin sanatsal anlamı, bu direnişin bütün katmanlarını yüzeyde ifşa eder. Bilgiden bilgi devşirme iştahıyla lanetlenmiş olan bu türden “okuma”lar derinlik, içerik ve öz gibi kutsalların çölünde kendine susar. Ve fakat eserin yüzeyinde oluşmakta olan kasırgaların şehveti, tehdit türünden müjdesidir yaşamın ve sanat oluş’un; esirger kendini, yoksun bırakır kendinden fetihçiyi. Okumak, evden kaçış patikasıdır; patika, cankurtaran halatıdır. Her harf bir yokuştur, bayrağı harfsiz kelimeler olana. Her sözcük bedene bir dokunuştur, aklın ağrısını tenin şenliğinde unutur.
Bilişsel kavrayış zamanda vuku bulur ve fakat meselemiz zamanın sırtına yükleyemeyeceğimiz denli nesneldir. Zaten sanat mevhumu bilmenin yetmediği yerde (ve bundan sebep) başlar… Sanat mırıldar; tıpkı dil öncesi ve dil sonrası olduğu gibi… Bilimin ufku sanatın eşiğidir. Varlığı, uyuşmazlığı ve kendisi olmayana indirgenemez oluşunca kıymetli olan dil ile görünür olan arasına köprüler, pencereler, koridorlar ve tüneller yapmalıyız. Utancı, hırsı ve hıncı kazıdıkça susturulmuş isyanların mirasıyla karşılaşırız. Gördüğümüzü söylemek, duyduğumuzu göstermek; dile göz, göze dil vermek, gözün ve kulağın mekânlarını birbirine doğru açmak olacaktır. Foucault bunu sezmiş olmalı ki, şöyle demişti: “Bakış, sanki nesneler arasında yolunu şaşırmış gibi görünen sözcüklere rastlar ve bu sözcükler ona izlemesi gereken yolu gösterir. İçinden geçmekte olduğu görünümün adını söylerle. Ve bu figürlerle göstergelerin bağlantı noktasında ansızın ortaya çıkan ok (grafik bir onomatope ya da bir düzine dile getiren bir figürmüş gibi bir ilk benzeyişi kendine taşıyan bir gösterge olan ok) geminin hangi yönde ilerlemekte olduğunu belirterek, batmakta olan bir güneşin söz konusu olduğunu gösterir. Bakışın izlemesi gereken yönü ya da oraya geçici olarak yer değiştirilmesi gerektiği çizgiyi saptar.”
Sanatta sanatsal olmayan bir şey vardır; sanatçı, o eksik parçayı görünür kılar, taşınmaz bir yük olarak boca eder bakışa... Sınır ihlalidir, çağrıdır; sınırda beliren devrimcinin felsefesi, sanatçı oluş'un eşiğidir. Radikal geri çekilmeye cüret dildiğinde tazelenir gelecek; cesaret gülmek ister. Etkilenme kapasitesince sönümsüzdür sevişler... Dünya sevgisi ve yaşamın neşesince zuhur eden karşılaşmalardır macera. Bu, bir dünya soru ve olayın açıklığında bilenen politikanın duygu oluşudur. Yeni ve biricik güzergâhtır, duygunun politik itibarını erotize eden... Felsefe masa başı sporu değildir; sanat iyi, iyileştirici ya da estetik değildir; ve edebiyat hoş, eyleyici, teskin edici değildir...
Bize görüntüden başka bir şey bırakmayan bakışın mülkiyeti, ancak görünür olmayan ne varsa yaşamaktan yana, salt görünür olanın yırtıcılığı karşısında yasasız ve adsız olan ne varsa kendi biçiminde mırıldanarak, zamanın kesiklerinde belirecektir. Burjuvazi, sanatı olmadık biçimde temellük etti. Bu yüzsüz başların ve bedensiz gövdelerin gömülmemiş cesetlerince mülk edilmiş sanatın yaşama etkiyen kuvveti, nominalizmin şiddetidir. Estetiğin örttüğü şey, sanatın toplumsal karakteridir. Toplumsal emeğin görünümleri olan sanatlar toplumuna karşı meydan okuyuşuyla bir kez daha toplumsallaşacaktır. Bu bir lanet ya da kefaret olmanın çok ötesinde, tümüyle başka olmanın heyulasıdır. Sanatın duyulur ve görülür belirişi Janüs başlıdır; bir yüzüyle zamana, diğer yüzüyle mekâna dönüktür. Ve bir yüzüyle ölmekte olana, diğer yüzüyle doğmakta olana; bir yüzüyle bilinenlere, diğer yüzüyle bilinmeyenlere bakmaktadır.
Marx neden kazıcı olarak köstebeği seçmişti? Doğurgan bir soru bu. Epeyce imge ve kavram kımıldar bu sorunun çeperlerinde. Bunlardan sadece birini vereceğim okuyucuya: Köstebek arada bir başını toprağın üzerine çıkarıp geriye bakar; ne kadar daha kazması gerektiğini merak etmez; onun bilmek istediği şey, ne kadar yol kat ettiğidir…
“Kaygılanmak ya da umut etmek değil, yeni silahlar aramak gerekiyor” diyen Deleuze’ün aklına sıçrayarak ve de Valery’nin açtığı gedikten kıvrılarak deşmeyi-aşındırmayı arzu ettiğim bu metnin kıvrımlarında arzunun konforuna da teşne olmamayı mırıldandım. Ve şimdi Marx’ın köstebeğince şunu yapmak istiyorum: Başımı bu beyaz mekândaki siyah biçimler arasından kaldırıp geriye doğru bakacağım… Bilirim ki bir soru yaşayan bir şeydir. Hemen cevaplamak onu öldürmek olacaktır. Bu yüzden, bir dahaki yazma nedenime kadar şuraya bir soru bırakıp kazıya devam edeceğim…
Noktanın ontolojisi nedir? Cümlenin sonundaki nokta cümleye mi aittir? Kendisinden önceki cümleye ait bir nokta ile ondan tümüyle bağımsız bir şey olarak nokta aynı şey midir? Ve de nokta hangi durumda nokta kavramının nesnesi olarak kendisinden sonraki cümlelerin praksis’ine uzam oluşturur?
Benjaminvari söylemek gerekirse, “Gelecek kuşaklar rahat etsin diye olmasa da, hiç değilse, görkemiyle yenilmiş geçmişin ölülerinin ruhları huzur bulsun diye” sürdürmeyi sürdüreceğiz; en iyi yaptığımız şeyi daha da iyi yapmayı arayacağız: aklın tutkusu, dilin şehveti ve tenin arzusuyla... Okumayı, yazmayı, sevmeyi ve yaratmayı sürdüreceğiz; aklımızı ateşleyen şeyler bedenimize sirayet ettikçe, tenimizi titreten şeyleri ruhumuza serpeceğiz…
Comments