Güzel Kentler Katliamı
Türkiye son 30 yılda bir katliam yaşadı.
Rant, hırs, beton, sanayi, çarpık yapılaşma bir araya geldi. Bir çete oluşturdu. Bu çete
ülkemizde ne kadar güzel kent varsa, hemen hepsini katletti.
Geriye, beton dağları, asfalt, yapay ilişkiler ve garip, soğuk, kirli bir şeyler kaldı…
Şehirler demiyorum… Bir şeyler…
Bu çarpıklaşma hayatın her alanına damgasını vurdu.
Turizme de…
Son yıllarda, turizm terminolojisinde, bu işin ruhu ile ters orantılı bir farklılaşma başladı.
Başlangıçta, insani kavramların revaçta olduğu turizm söylemi bir dönüşüm yaşadı.
Turizm sektörü kendisinin ortaya çıkış nedeni olan birçok kavramı unuttu.
Aklımızı ve ruhumuzu, bilanço, kar zarar tabloları, maliyetler, giderler ve bunlara benzer
kavramlar teslim aldı.
Bu ülkede turizm hareketinin ilk filizlenmeye başladığı yıllarda, çok farklı bir hikâye
yazılıyordu. Her cümle insan ile başlıyor, insan ile gelişiyor ve insan ile bitiyordu.
Sürecin geleceğini düşünen kalmadı
Herkes, her kurum, sadece bu güne odaklanmış durumda. Böyle olunca, direksiyonu
elinde tutanlar sadece önlerindeki virajı geçmeyi düşünüyor.
Menzili düşünen yok.
Bu yaklaşımın en olumsuz sonuçlarını kentlerde gözlemlemek mümkün…
Hızlı ve hormonlu büyüme, aslında önceden tahmin edilmesi çok kolay olan, ama dikkate
alınmayan sorunları patlattı.
İşsizlik,
Çarpık yapılaşma,
Yeşil alan yetersizliği,
Beton yoğunluğu,
Asık suratlı yığınlar,
Ulaşım karmaşası,
Tek düze, renksiz bir hayat…
Kentlerin keyfi kaçtı.
Kentlerde, bundan 40 yıl kadar öncenin şen şakrak insanlarının yerini ruhunu öfke ve
üzüntüye rehin bırakmış robotlar aldı.
Mahalle kültürü bitti. Komşuluk bitti. Kahkahalar bitti.
Kentlerin kendilerine özel kokuları vardı. O kokuların yerini duman, egzoz, çöp kokuları
aldı.
Antalya, portakal çiçeği kokardı…
İstanbul’un kendine has kokusu, çay ve fırından taze çıkmış simit idi.
Bolu’nun çam kokusu kilometrelerce öteden gelirdi.
Şimdi geçmiş olsun.
Betona, çöpe, insana, saçma sapan peyzaja boğulan kentlerin keyfi kaçtı.
Beslenme, uygun zamanlarda ve ahenk ile yapılan bir ritüelden tıkınmaya dönüştü.
Biraz daha modern ve profesyonel olanlar, bu kutsal eylemi, atıştırma gibi yeni yetme bir
kavrama indirgedi.
Anadolu ve Trakya’nın, özünü korumak ve güler yüzlü kalmak için direnen kentleri
dışında her yer bir yapaylık adasına dönüştü.
Her ada, çevresine kendi sınırlarını çizdi; o sınırların içinde, çapaçulluğun, derme
çatmalığın, özensizliğin özerk bölgesini ilan etti.
İşin kötüsü, bu eğilim dünyanın her tarafını sardı
Büyük kitleler halinde göç alan ve hızla büyüyen kentler arasında, geçmişe sadık kalanlar
özlerini korumayı başardı.
Bu sadakati besleyemeyen kentler ise, anlamsız bir modernitenin kimliksiz çocuklarına
dönüştü. Onları benzerlerinden ayıran bütün manalar basit yaşam talimatlarına mağlup
oldu. Belleklerden ve geleneklerden silinip gitti.
Bu özüne sadık kentler, betonun, paranın, sanayinin vahşi saldırılarını onurlu bir sükûnet
ile karşılıyor, her atağı savuşturuyorlar. Kendileri kalmak için direniyorlar.
Bilinmeli ki, gelecek bu kentlerin olacak
Zira onlar uzak olmayan bir gelecekte, modern yaşamın yükünü omuzlarında taşımaktan
bıkan kitlelerin kadim sığınakları olarak öne çıkacaklar.
Gülüşünü, kokusunu, tadını kaybeden kentler
Gökyüzüne çıkın, devasa dürbün ile dünyanın her tarafını tarayın. Birbirine ikiz gibi
benzeyen binlerce kent bulacaksınız.
Aynı beton yığınları…
Aynı ruhsuz koşuşturma…
İçinde yaşanır gibi yapılan, aslında hayatın tüketildiği devasa binalar…
Karınca gibi koşuşturan, ama onların koşuşturmasındaki derin mananın ve misyonun
minicik bir parçasını bile yansıtmayan kalabalıklar.
Kentlerin iklim değerleri, yerleşim koordinatları ve biyolojik gerçekleri ile örtüşmeyen
tuhaf peyzaj ve ağaçlar. Yani, doğanın kendi kurallarına göre değil, birkaç karar vericinin
keyfine göre biçimlenen yeşillendirmeler.
Binlerce yıldan bu yana damıtılmış özel zevklerin ürünü lezzetler yerine, asıllarının komik
taklitleri olan mutfaklar.
Şimdi durup düşünelim;
Ben, “Antalya turist sayısı itibarıyla başa güreşen bir destinasyon olabilir. Ama turist
kente değil, otellerdeki büfelere, içkiye, yatağa, eğlenceye geliyor” derken haksız mıyım?
Ben bu kente “Dev Bir Yatakhane ve Dev Bir Yemekhane” derken abartıyor muyum?
Eğer, Portakal Çiçeği Bulvarı sadece bir cadde ismi olarak kalmasaydı…
O birkaç kilometrelik caddenin bir ucundan yürüyerek girenler yüz metre sonra
muhteşem portakal çiçeği kokusunun cazibesi ile kendilerinden geçselerdi…
O cadde bir koku mabedine dönüşmez miydi?
Kimse bana kızmasın.
Antalya da gülüşünü, kokusunu, tadını kaybeden kentler arasında artık.
İstanbul da…
İzmir de…
Bu kentleri kazanma şansımız var mı?
Elbette var.
Bu kentlerin bundan 50 yıl önceki modellerini bulalım.
O modelleri esas alarak, en azından kentin bazı bölgelerinde kültür, sanat, doğal yaşam
ve konukseverlik vahaları oluşturalım.
Gelecek, hayata yumuşak gücü katabilen kentlerin olacak.
Yumuşak gücün bileşenleri ise; zarafet, tarihsel miras, mutfak, sanat, kültür, insanilik,
merhamet, vicdan, etik gibi değerler olacak.
Bu yumuşak güç ile yaşayan, yönetilen kentlerin yüzü gülecek…
Kokusu insanı saracak…
Bu kentler ziyaretçilerini de yaşayanlarını da kucaklayacak.
Gelin, Gülen ve Kucaklayan Kentler atağını başlatalım.
Ama bunun için önce betonu ve plastiği yenmemiz gerekiyor.
Comments