Mutluluk nedir? Kime göre, neye göre tanımlanabilir? Mutluluğun herkes için geçerli olacak tanımı olmamasıyla beraber günümüzde konuyla ilgili yaygın kabul gören görüşün maddi unsurlar üzerinden tanımlanan, haz temelli bir yaklaşım olduğu görülüyor. Buna göre bir insanın ulaştığı hazlar ne kadar fazla ise o kadar mutlu olacağı varsayılıyor. Hazza ulaşma yolunda ise maddi nesnelere erişim ön planda tutuluyor. Sistemin ve kitle iletişim araçlarının yönlendirmesiyle haz temelli yaklaşım mutluluğu belirlemede önemli bir kriter haline gelmiş durumdadır.
Günümüzde yıllık beş yüz milyar dolar seviyesine yaklaşan global pazarlama harcamasıyla suni ihtiyaçlar oluşturulup önceliklendiriliyor ve kitleler üzerinde etki sağlanıyor. Satın alındığında erişildiği düşünülmesi sağlanan mutluluk için maddi nesneler üzerinden algı yaratılıyor. Çağdaş insanın mutluluğunun vitrinlere bakmaktan ve peşin ya da taksitle alabileceği her şeyi satın almaktan ibaret olduğu hissettiriliyor. İnsan doğasına uygun asıl gerekli ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir çaba yerine uydurulan ihtiyaçların karşılanmasına çalışılıyor. Eski medeniyetlerden bugüne süregelen maddi nesneler üzerinde konumlandırılan mutluluk algısı geçerliliğini koruyor. Yaklaşık iki bin yıl önce Fethiye sınırları içinde yer alan Oinoanda antik kenti duvarlarına dönemin yöneticisi tarafından yazılan metin günümüzde de geçerlidir. Alışveriş yapılan pazar girişinde yer alan duvarda şu ibare yer almakta: “Doğal olmayan zenginliklere sahip olmak, zaten taşmak üzere olan bir şişeye su eklemek kadar gereksiz!”
Haz temelli tanımın pratikte yansımasına bakıldığında ise mutluluğun maddi nesnelere dayandırılması kırılganlığı beraberinde getiriyor. Maddi nesnelere bağımlı olmak insanın özgürlüğünü kısıtlıyor, maddi nesnelerle kişinin bağının kuvvetlenmesi baş etmek durumunda olduğu sorumlulukları artırıyor. Sahip olunanlara bakıp onlara odaklanmak yerine sahip olunmak istenenlere arzu duyuluyor, hayat haz getirecek nesnelere ulaşma yolunda uğraşlarla geçiyor. Maddi hazları seven insanın nereden vurulacağı da belli oluyor. Ünlü aktör Jim Carrey’ nin dediği gibi; Tanrım bir gün insanlara istedikleri kadar para ver ki asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler…
Peki insan hayata mutlu olmak için mi geliyor? Varoluş amacı mutlu olmak mı anlamlı yaşamak mı? İnsan yaşamını devam ettirmek için hayatına bir anlam yüklemek zorundadır. Niye varız? Ne için yaşıyoruz? Yeryüzünde olmamızın anlamı ve amacı ne olabilir? Bu sorularla insan var olmasından kaynaklı bir soruyla karşı karşıyadır ve bu soruları sorarak kendisini tatmin edecek cevaplar bulmak durumundadır. Hayata tutunabilmek için bir zemine ihtiyaç vardır, çevresinde olup biteni yorumlamak ve yaşamını devam ettirecek motivasyonu sağlamak adına insan bir anlam bulmak zorundadır. Bu noktada dinlerin, bilimin ve felsefenin konuyla ilgili farklı yaklaşımları mevcuttur. Her insan ya genel kabul görmüş bu yaklaşımları kabul eder ya da farklı yaklaşımları süzerek kendince bir anlam çıkarır; böylece hayatı da anlamlandırdığı şekilde yaşamayı seçer.
Hayat, anlam bulunan yerde gelişiyor; insan yaşamının anlamı ve amacı herkesin düşünmek durumunda olduğu ama genelde zor geldiği için bu düşüncelerden vazgeçip yaşadığı ortama ayak uydurduğu ve toplumun yargılarına kendisini teslim ettiği bir kavrayış haline geliyor. Belki de gerek duymadığı için insan içinde bulunduğu durumdan kendisini çekip hayatın neresinde olduğunu veya ne için nefes aldığını düşünmek istemiyor. Çoğu insan, günlük pratik sorunlar dışında hayatı ve içeriğini soru konusu yapmadan zamanını içi dolu olmayan uğraşlarla geçiriyor, içsel özgürlüğü uydurma gerçeklerle gölgeliyor. Günün sonunda kalıcı zannettiği hislerin oyalanmasına sığınıp bir günü daha sonra fark etmeden bir seneyi ve kendisine itiraf edemese de bir yaşamı harcamış oluyor. Dolayısıyla nehirde yüzen bir saman çöpü gibi suyun akışına göre sürükleniyor. Oyalandığı sürüklenişte belirlenen kalıpların dışına çıkma cesaretsizliği ile kendini gerçekleştirme olanağını da ortadan kaldırıyor. Asıl kötü olan da insanın kendi sınırlarına ulaşma olanağını görmemesi ya da kaybetmesi. Kendini teslim ettiği süreçlerde en büyük sorumluluk kendisindeyken bir bahaneye tutunup dışsal faktörleri suçlama yoluna gidiyor. İnsanın neden yaşadığının farkına varması ya da bu soruyu en azından kendisine hayatında bir kez sorması gerekir. Ünlü düşünür Sokrates’in de dediği gibi: “Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez!” Hayata anlam katılan temeller eğlence, anlık hazların peşinde gitmek, uğraşmadan vakit geçirmek de olabilir, gerekirse aile ya da başkalarına karşı iyilik yapmak da olabilir. Nasıl yorumladığımız kendimize bağlı ve gerçekten neyi nasıl görmek istersek öyle görüyoruz. Yaşama biz kendi bakışımızla anlam katıyoruz, kendi yaşadıklarımızla ve bakışımızla hayatı anlamlandırıyoruz
Yaşam süresi düşünüldüğünde, ilk insandan bu yana yaklaşık yüz milyar kişinin yaşadığı tahmin edilen yeryüzünde gerçekten çok kısa bir süre için var olmaktayız ve bir toz zerresi kadar yer kaplıyoruz. Ödünç olan bu zaman bir daha bize verilmeyecek, var olduğumuz süreyle yetinmek durumundayız. Ölüme kadar geçen sürede ne yaptığımız önemli. Misafir olunan dünyada zaman geçirmek değil anlamlı yaşamak gerekli, bu sebeple eldeki kartların iyi oynanmasında fayda var. Bedenin ölümünden daha önemlisi ruhun ölümünü düşünmek, sınırlı vakti bedenden ziyade ruh gelişimi için değerlendirmek gerekir.
Bireyin uymak zorunda olduğu kalıpların dışında gerçek bir anlam tanımını görmek gerekir. Hayatlar dayatılan biçimlerde harcanıyor, çarkların içinde sıkışma hissiyle bir gün özgür olunacağı hayaliyle zaman akıyor. Tabiat bizi özgür yaratmış, kendimizi çember içine hapseden biziz. Bu çemberin dışı kendini başka birini onaylatmaya ihtiyaç duymaz, zordur ama gerçek anlam ve yaşamayı hissettiren gerçekler de oradadır, o yüzden insan kendisini hiç bahaneye sığınmadan sorgulamalı, uykudan uyanmalı, öğretilmiş yaşamdan keşfedilmiş yaşama geçiş için hayatın kendince anlamını daha geç olmadan yapabilmeli. Kim olduğumuzu niçin yaşadığımızı aklımıza getirmeliyiz. Geçiciliğimizi her an aklımızda bulundurarak her gün ölecekmişiz gibi düşünmemiz gerekir, çünkü her insan ölecek yaşta…
Comentarios