top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıA7 Kitap

Siyasetten aşka uzanan şiir dolu bir geceydi

Önay Yılmaz





Sevgililer Günü’ne birkaç gün kala Beyoğlu Çiçek Pasajı üzerindeki Cumhuriyet Meyhanesi’nde oturmuş sosyalist abimle her zamanki gibi memleket meseleleri üzerine kafa patlatıyor, klasik sohbetlerimizden birini daha ediyorduk. Memleketi içki masalarında kim kurtarmıştı ki biz kurtaracaktık. Ama yine de bu memleket kurtarma sevdasını rakı yudumlarken kurtarmanın tadı bir başka oluyordu. Biz faniler de bunu tatmaktan gayet memnunduk.


Biz bunları konuşurken “söz”ün bile artık dayanacak gücü kalmamıştı ya da haddinden fazla sıkılmış olacaktı ki uçup gidip nasıl olduysa Sevgililer Günü’ne geliverdi. İçki masalarında memleketi kurtarmayı seven ve bunu her haftanın bir gecesi adet haline getirmiş olan ben bile derin bir oh çekmiştim konunun biraz dağılacak olmasından. Kal gelmişti demek ki artık. Ama sevgili abim konunun buraya gelmesinden biraz rahatsız olmuştu sanki. O hala memleketi kurtarmanın derdindeydi. Siyaset, ekonomi, sistemin pespayelikleri, kapitalist komplocular tarafından bir türlü rayına oturtulamayan sosyalizm hakkında daha anlatacak çok şeyi vardı. Aslında bildiğimiz konulardı ama bu mesele nedense rakı ve mezelerle hala pek de iyi gidiyordu. Abim çatalını aynı anda peynir ve kavuna hızla batırıp ağzına götürürken, sohbetle içki masasının da hakkını veriyordu doğrusu…


“Abi bırak!” dedim. “Şu sevgililer gününü es geçmeyelim. Biraz kafamız dağılsın, havamız değişsin, ne dersin?” der demez, abim bir dakika dercesine parmağını havaya kaldırdı ve rakısından bir yudum daha aldı. Ama o bunu yine asıl konuya getirdi. Yani durumu fırsata çevirerek tüketim ekonomisi, kapitalizm, milletin uyutulması falan diyerek gaza yeniden asılmıştı.


“Yahu, her gün bir gün… Bu da kapitalist sistemin bir tuzağı kardeşim. Gün olmuyor ki önemli olmayan bir güne uyanmayalım. Artık her gün bir kutlama günü… Tüketim ekonomisini pompalama günleri, cepleri boşaltırken birilerininkini doldurma günleri yani anlayacağımız. Millet hala uyanamadı, ya da öyle alıştırılmış ki bu işlere, alan memnun satan memnun. Yok sevgililer günü, yok aşıklar günü, yok babalar günü, yok efendim dedeler günü, inşaatçılar günü, muhasebeciler günü, yok anneler günü… Hadi anneler günü neyse… Yahu nasıl oluyor da insanlar hala bu kapitalistlerin ekmeğine yağ sürmenin, onları hala zengin etmenin derdine düşüyorlar, anlamak mümkün değil kardeşim. Bu nasıl bir hipnotizmadır ki milletin hala gözü açılmıyor bir türlü…”


Artık müdahale etmem gerekiyordu. Yoksa yine kapitalizm, sosyalizm, sömürü, artı değer, emek, kar, zarar derken sevgililer günü arada kayanayacak gidecekti. Nefesim daralır gibi olmuştu. Nedense bu akşam biraz hafif konulara takılmak, sevgililere uzanmak, mevzuyu yaşanmış yaşanmamış veyahut yaşanmakta olan aşklara getirmek istiyordum. Her şey iyi güzeldi de, aşksız, sevgilisiz hayat da olmuyordu yani…


“Abi,” dedim. “Bırakalım şimdi bu kapitalizm, emperyalizm, sosyalizm meselelerini, sen bana gençlik aşklarından, sevgililerinden söz et biraz. Kim bilir gençliğinde ne aşklar yaşamış, ne canlar yakmış, hangi sevgililerle birlikte olmuşsundur,” dedim.

Abim sanki konu kafasına yeni dank etmiş gibi gözlerini gözlerime dikip öyle derin baktı ki, içimden, “Hah işte, tamam,” dedim. ”Abim tava geldi sonunda…”

Rakısından bir yudum daha alarak konuya ısınmaya çalışıyor gibiydi. “Biliyor musun,” dedi. “Ben her yaşta sevgilisi olan biriydim. Hiç aşksız, sevgilisiz kalmadım.”

Konu başlıyordu ben de rakımdan oldukça iri bir yudum alıp kulaklarımı abime dikmiş bekliyordum. Ama o gerçekten de ısınma turundaydı. Konunun çevresinde, pistin doluluğu yüzünden havada tur atan uçak gibi dolanıp dönüyor, bir türlü sadede gelemiyordu.

“İki paylaşım savaşından çıkmış dünyanın en romantik dönemi hangi dönemdir?” diye sordu ve beklemeden hemen yanıtını da kendisi verdi.

“Altmışlı yıllar canım kardeşim, bunu unutma, yaz bir tarafa… Yıllarca süren kavgalardan,

savaşlardan, paylaşımlardan, sakatlıklardan, hastalıklardan, ölümlerden, yoğun acılardan çıkmış olan yorgun dünya, 60’lı yıllarda, aşka, sevgiye, iyiliğe, güzelliğe yelken açmıştı. İnsanlık, sevgiyi, aşkı, kardeşliği kısaca romantizmi kucaklıyor, yeniden keşfediyordu sanki. Daha güzel, daha yaşanılır, daha adil bir dünyanın hayali kuruluyordu o yıllarda. Bestelenen şarkılar sevgiyi, aşkı anlatıyordu her daim. Artık insanlığın beklediği o yüce an gelmişti. Artık yeni bir dünya kurulacak ve bu dünyada savaşa, şiddete, ölüme yer olmayacak, onların yerini, barış, eşitlik, sevgi, aşk ve kardeşlik alacaktı. İşte en güzel şarkılar, aşklar, sevgiler bu dönemde yazıldı ve yaşandı. Neyse ki ben o yılları kıyısından köşesinden de olsa yaşamış şanslı kişilerden biriyim. Bir daha dünya asla öyle bir dönemi yaşamayacak. Düşünebiliyor musun ülkemizde bile o dönemde askeri darbe yapılmış, bugüne kadar ki en ilerici anayasa hazırlanmıştı. Yani askerler bile romantizmin

etkisindeydi.”

Tam bu noktada “Eyvah!” diyerek konunun yine başka yöne kaydığını düşünüp elimi çabuk tutmam gerektiğini hissettim. Yoksa abim yine kendini kaybedip, konuyu dallanıp budaklandırarak yine siyasete çekmeye çalışacak gibi görünüyordu.

“Aşklara dönelim abi!” diyerek rakı kadehimi kaldırdım. Abim de hemen kadehini kaldırarak yanıt vermekte gecikmedi. Kadehi havada, “Geleceğiz geleceğiz, gece uzun merak etme!” dedi hafif gülümseyerek. Ben bu gülümsemede biraz sanki kendini beğenmişliği, “Ben neler yaptım bak göreceksin birazdan” diyen tepeden bakışı ve müstehzi ifadeyi de yakalamıştım.


“Dediğim gibi aşkı çok yoğun yaşadım. Daha 6-7 yaşlarında küçücük bir çoçukken komuşunun kızıyla yatakta aşna fişne yapıyordum. Annesi yakalayıp ağzıma acı biber sürmekle tehdit edince, hatta tehditle kalmayıp uygulayınca ilk aşk acısını da tatmış oldum. Sonra gelsin aşklar, gelsin sevgililer… Mahallenin kızları beni paylaşamıyorlardı azizim. Hatta inanmayacaksın ama sevgili olma teklifi bile onlardan geliyordu. Abartmıyorum inan. Ama gerçek aşkı, vücudumdaki hormonların değişimini hissettiğim, kalbimi esaslı bir şekilde attıran gerçek aşkı 13 - 14 yaşlarındayken yaşadım. Platonik bir aşktı. Abayı fena halde yakmıştım. Benden 12 yaş kadar büyük olan komşumuzun kızı Gülbahar ablaya fena aşık olmuştum. Dünyanın en güzel, en tatlı kumralı olan Gülbahar ablaya… Ya da at ablayı, Gülbahar’a…”


Abimin gözleri buğulanmış, derinlere dalmıştı. Rakısından bir yudum daha çekti.


“Yaz akşamları arkadaşlarıyla karşımızdaki evlerinin bahçe kapısına çıkar, şen şakrak sohbet ederler, mahallenin aşk dedikodularını yaparlardı. Onu görünce oyunumu bırakır, yanlarına gider onların sohbetlerine katılırdım. Aslında sohbet bahane Gülbahar şahaneydi. Resmen ağzının içine bakarak onu izlerdim. Benden büyüktü büyük olmasına ama bana sanki o da benden hoşlanıyor gibi gelirdi. Hatta bir gün, ‘Ulan biraz daha büyük olsaydın sana aşık olur, hemen evlenirdim. Seninle olacak kız yaşayacak,’ demiş, yanağımdan bir makas almış, ardından da o unutulmaz şen kahkahasını patlatmıştı. Bense utanmıştım ve söylediklerini resmen ciddiye almış, artık o günden sonra abla demeyi de bırakmıştım. Ama ismiyle hitap etmeye de çekiniyordum. Ancak acı gerçek,

tokat gibi yüzüme çarpınca hanyayı konyayı anlamıştım. Gülbahar’ın gönlü bende değildi. Akşamüstleri kapı önüne çıkıp gözleriyle fıldır fıldır çevreyi taramasının sebebi bir başkasıydı. Kapıya çıktığı andan itibaren yoldan geçen ince, esmer, yağız, yakışıklı bir delikanlıdaymış meğerse onun gözü. Esmer göğsünü açıkta bırakan tiril tiril beyaz gömleğinin sırtına attığı, kollarını önünden bağladığı sarı renkli v yaka süveteriyle yoldan geçen yakışıklıyı arıyormuş her kapı çıkışında o güzelim ela gözleri… O geçerken arkadaşlarının kollarıyla dürttüğü, aniden sevdiceğine bakınca gözlerindeki parıltıyı gördüğüm Gülbahar’ın coşkusunu hala dün gibi anımsıyorum. O yıllarda Ahmet Muhip Dıranas’ın ünlü Fahriye Abla şiiri Gülbahar’a cuk oturuyordu. O şiiri o aşık olduğum benden büyük komşu kızı için ezberlemiştim, belki bir gün lazım olur diye… Ama olmadı.

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar / kapanırdı daha gün batmadan kapılar / bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden / hayalimde tek bir çizgi gibi sen kalmışsın sen! / hülyasındaki geniş aydınlığa gülen / gözlerin, dişlerin ve akpak gerdanınla / ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla… Gülbahar ailesinin karşı koymasına rağmen kaçmıştı sonunda o delikanlıya… Mutlu giden bir evlilikleri olduğu haberini alıyorduk. İçten içe kendim için üzülsem de onun adına seviniyordum. En azından mutlu olduğunu biliyordum.

Şiirin sonunu da getireyim madem.

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / en sonunda varmışsın bir Erzincanlıya / bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın? / hala dağları karlı Erzincan’da mısın? / bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın / hatırada kalan şeyler değişmez zamanda / ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla.”


Gülbahar böyle hayatımdan apar topar çıkınca uzun bir süre kendimi boşlukta gibi hissetmiştim. Sonra yeniden kendimi toparladım. Sıklıkla takıldığımız mahallemizin futbol kulübünün karşı sokağında oturan ezacı Nedim abinin kız kardeşi kıvırcık saçlı esmer güzeli Funda’ya vurulmuştum. Gülbahar’ı unutmanın tek yolu yeniden aşık olmaktı. Çivi çiviyi söker misali… Yanımızdan geçerken Funda’nın o esmer yanakları al al oluyordu. Ama Funda o kadar utangaç ve nazlıydı ki, fazlası aşık usandırmıştı ve ben de gönlümü bir başkasına kaptırmıştım sonunda. Gördüğün gibi daldan dala konuyordum. Kulübün önünden salına salına kimseye yüz vermeden geçen aşağı mahallenin fıstığı Yasemin, aşık olduğum yeni kızdı. Ama ne yaptıysam ne ettiysem Yasemin’in ilgisini bir türlü çekememiş, sonunda onu da bir başkasına kaptırmıştım. Ne yazık ki istediğim aşka bir türlü kavuşamıyordum. Ta ki mahalle camisinin karşısındaki iki katlı apartmanda

oturan Selma’ya rastlayıncaya kadar. Her gün evlerinin önünde deli aşıklar gibi pencereye çıkacağı anları kolluyordum. Bir serenat yapmadığım kalmıştı kıza. Babasından korkmasam onu da yapacaktım ya neyse… Deli gibi aşık olmuştum. Bana ihanet eden o yılların acısını çıkarır gibi aşıktım. Onun da bana ilgisi vardı ve aramızda güzel bir ilişki başlamıştı. Ancak aşkımızın tek kusuru Selma’nın ailesinin biraz mutaassıp olmasıydı ve kızlarını sokağa pek göndermemesiydi. Selma’ya o kadar aşık olmuştum ki Gülbahar’a olan aşkım gölgede kalmıştı desem yalan olmazdı. Ayrıca onu herkesten kıskanır olmuştum. Üstelik evhamlar içimi kemiriyordu. Ya Selma başkasına aşık olursa diye… Ne zaman onun penceresine bakan bir erkek görsem içimden onu parçalamak

geliyordu. O güne kadar hiç tatmadığım, bilmediğim karmaşık duygular içindeydim. Ergenlik yıllarımdı ve tipimde de değişimler başlamıştı. Sesim kalınlaşmış, yüzümdeki sivilceler fena halde canımı sıkar hale gelmişti. Kendimi eskisi kadar beğenmiyordum artık. Selma’yı başkasına kaptırmaktan ödüm patlıyordu. Selma da esmer, çekiciliği olan güzel bir kızdı. Ve o yılların ünlü şairi Atilla İlhan’ın Üçüncü Şahsın Şiiri en gözde şiirimdi. Bu şiir korkularımı da yansıtıyordu. Ayrıca şiir, Selma ile olan ilişkimdeki endişelerimi, öte yandan Gülbahar da uğradığım hayal kırıklığını bana tekrar yaşatıyor gibiydi.


Gözlerin gözlerime değince / felaketim olurdu ağlardım / beni sevmiyordun bilirdim / bir sevdiğin vardı duyardım / çöp gibi oğlan ipince / hayırsızın biriydi fikrimce / ne vakit karşımda görsem / öldüreceğimden korkardım / felaketim olur ağlardım…


Bir başka Atilla İlhan şiiri de unutamadıklarımdandı.


Ben sana mecburum bilemezsin / adını mıh gibi aklımda tutuyorum / büyüdükçe büyüyor gözlerin / ben sana mecburum bilemezsin / içimi seninle ısıtıyorum / ağaçlar sonbahara hazırlanıyor / bu şehir o eski istanbul mudur / karanlıkta bulutlar parçalanıyor / sokak lambaları birden yanıyor / kaldırımlarda yağmur kokusu / ben sana mecburum sen yoksun…”


Abim kendinden geçmişti sanki. O yıllara yeniden gitmişti ve her anını yaşıyor gibiydi. Ben de merak içindeydim.

“Sonra abi, ne oldu Selma ile olan ilişki?”

Abimin gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Belki artık o eski günleri rafa kaldırmanın zamanı gelmişti. Abimi üzmek istemiyordum. Ama ok yaydan çıkmış, abimin memleket meselelerini gölgede bırakacak aşk hayatı, ağzından yeniden kelimelere dökülüyordu.

“Zaman geçtikçe iş güç sahibi olunca, para da kazanmaya başlayınca hayatıma yeni insanlar, yeni kadınlar girmeye başladı. Onlar girdikçe de Selmacığımın pabucu dama atıldı. Ona olan derin aşkım körelmeye başladı. Ve bir gün puf diye tamamen söndü bitti. Ne yazık ki Selma beni bekledi ama çapkınlıklarımın ardı arkası kesilmeyince kızcağız dayanamayıp beni terk etti. Birini bulup evlendi ve kendine bir yuva kurdu. İyi de yaptı. Benim gibi bir hayırsızı bir eşeği bekleyecek değildi ya!

O da severdi Cemal Süreya’yı… Bir gün bana bir şiirini okudu da…

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. / Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar / Gitsinler / Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin / Oysa allah bilir bugün iyi uyanmıştık / Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin, sırf onaydı / Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun uzun ötmüştü…

Cemal Süreya’nın bu şiirine ise kiminle olan ilişkimden sonra vuruldum, bilmiyorum.

… Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda; / Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki / Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor / Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini / Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu / Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri / Bu böyle pek de kolay değil gerçi… / Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya / Bunun verdiği mutluluk da az değil ki / Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa, / Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki / İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem, / Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi: / Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu / Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri…

İşte böyle kardeşim. Anlat dedin anlattım. Belki sıkılmışsındır aşklarımdan. O zaman sen de anlat aşklarını, bana anlattırma tek taraflı. Sen de patlat bir iki şiir de demlenmeye devam edelim.” “Abicim Nazım ustanın Hasret şiiriyle gireyim ben de bu şiirsel dünyaya… Benim aşklarım başka bir sefere, geç oldu artık, biz şiirle devam edelim bu geceye…

Yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli / belini sarmayalı / gözünün içinde durmayalı / aklının aydınlığında sorular sormayalı, / dokunmayalı sıcaklığına karnının / yüzyıldır bekliyor beni / bir şehirde bir kadın / aynı daldaydık / aynı daldan düştük ayrıldık / aramızda yüzyıllık zaman / yol yüzyıllık.

İlhan Berk de ne güzel yazmış duygularını…

Üç kez seni seviyorum diye uyandım / Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim / Bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum / Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün / Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim / Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum /-Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum / Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün / Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım / Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim / Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum / Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun…”


Abim son rakısını da koymuştu kadehe…

“Abi geceyi Edgar Allen Poe’nun unutulmaz şiiri ve Melih Cevdet Anday’ın muhteşem çevirisiyle tamamlayalım istersen, ne dersin?”

“Eyvallah derim kardeşim, eyvallah derim!”

Başladım okumaya.

“Senelerce senelerce evveldi / Bir deniz ülkesinde / Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz / İsmi; Annabel Lee / Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten / Sevmekten başka beni / O çocuk ben çocuk, memleketimiz / O deniz ülkesiydi / Sevdalı değil karasevdalıydık / Ben ve Annabel Lee / Göklerde uçan melekler / Kıskanırlardı bizi / Bir gün işte bu yüzden göze geldi / O deniz ülkesinde / Üşüdü bir rüzgarından bulutun / Güzelim Annabel Lee / Götürdüler el üstünde / Koyup gittiler beni / Mezarı oradadır şimdi / O deniz ülkesinde / Biz daha bahtiyardık meleklerden / Onlar kıskanırdı bizi / Evet! Bu yüzden "Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi" / Bir gece rüzgarından bulutun / Üşüdü gitti Annabel Lee / Sevdadan yana kim olursa olsun / Yaşca başca ileri / Geçemezlerdi bizi / Ne yedi kat göklerdeki melekler / Ne deniz dibi cinleri / Hiç biri ayıramaz beni senden / Güzelim Annabel Lee / Ay gelir ışır, hayalin erişir / Güzelim Annabel Lee / Orda gecelerim uzanır beklerim / Sevgilim sevgilim hayatım gelinim / O azgın sahildeki / Yattığın yerde seni…"


Abime şimdiki yengemizle olan ilişkisini sormaya cesaret edemiyordum; ya mutsuzsa diye… Ama sanki düşüncelerimi okumuş gibi kendisi söz etti eşinden ve evliliğinden… “Şimdiki eşim benim canım, kanım, herşeyim… Hayatımda yaptığım bütün hataları ayıklamıştım onunla tanıştığım zaman. Tüm kalbimi, ruhumu ona veriyorum. Gerçek aşkı, gerçek sevgiyi bulduğum kadınla beraberim artık. Tabii bu noktaya tüm bu deneyimlerden, hatalardan süzülerek geldim ben. O benim yılda bir kez hediye aldığım bir kadın değil, 365 günün her günü hediye aldığım, aşkımı, sevgimi her daim hissettirdiğim ve hissettiğim bir kadın. Umarım herkes birgün böyle gerçek sevgiyi, gerçek aşkı bulabilir.”

İçkilerimizi fondip yapıp meyhaneden çıkmıştık abimle. Dışarıdaki soğuk havayı ciğerlerime çektim. Abim çekmedi. “Ciğerlerimdeki anason havasından gayet memnunum ben, al bütün hava senin olsun!” dedi. Bir süre yalpalayarak yürüdük Taksim’e doğru. Meraktan dayanamadım sordum abime… Nedense Gülbahar etkilemişti beni de…

“Peki abicim Gülbahar’la tekrar hiç karşılaştınız mı, görüştünüz mü?”

Abim başını salladı ve durup yüzüme baktı.

“Tabii hala görüşüyoruz. Sosyal medyadan hem onunla, hem de kocasıyla arkadaşız. Birbirimizin paylaşımlarını beğeniyoruz sürekli, yani iyi arkadaşız anlayacağın.”

Şaşırmıştım. “Yapma yahu!” dedim. “Peki neler yapıyorlarmış?” diye bir daha sordum.

“Kocasının bir işletmesi var. Böyle önemli günler için hediyelik eşyalar üretip satıyorlar. Bu yılki sevgililer günü için de bir sürü hediyelik eşya üretmişler… Peynir ekmek gibi satıyorlar. Gülbahar işçi kocasını kapitalist bir patrona dönüştürmüş zaman içinde senin anlayacağın.” “Abi o zaman sen iyi ki bırakmışsın Gülbahar’ı. Ya da iyi ki o seni bırakmış. Bırakmamış olsaydın seni de patrona çevirirdi maazallah!”

Sosyalist abim durdu ve ciddi bir ifadeyle tekrar yüzüme baktı.


“Fena mı olurdu ulan! Kurtulurduk bu sefaletten… Her allahın günü memleketi ve kendimizi kurtarmaya çalışmaktan…”

İstiklal Caddesi’nde ikimiz de kahkahayı bastık ve sallana sallana evlerimize gitmek üzere

yolumuza devam ettik.

Bizi görenler iki sarhoşun kahkahası deyip, geçip gitmişlerdi hiç kuşkusuz.


Önay Yılmaz


155 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page