top of page
Ara
  • Yazarın fotoğrafıA7 Kitap

UFACIK ŞEYLERİN ANLATTIKLARINDAN ÇIKARDIĞIM SORULAR…/Yücel ÇAĞLAR


Yaşlanmanın bu yanlarını seviyorum: Kendinizi, başkalarını, çevrenizde olup bitenleri gözlemlemek, dahası, sorgulayabilmek için insana bolca zaman, yanı sıra, yeni beceriler kazandırıyor; doğaldır ki “tuzu kurulardansanız”; biz öyle sayılırız sözgelimi, eşim ve ben yıllarca önce “emekli olduk” çünkü. İyi ya da kötü bir emekli gelirimiz, bir de kooperatif konutumuz var. Ne diyordum, “yaşlılık hallerimizden” söz ediyordum değil mi; devam edeyim: Öyle ki, daha inatçı, dediğim dedik olmanızla birlikte başkalarına karşı olmasa da en azından kendinize karşı daha nesnel de olabiliyorsunuz -gerçekten de olabiliyor muyuz acaba; doğrusunu isterseniz, bilemiyorum-. Daha önceleri göremediğiniz, ayrımına bile varamadığınız kimi bireysel ve toplumsal dönüşüm süreçlerini görebiliyor, sanki çok daha anlamlı biçimde değerlendirebiliyorsunuz ya da öyle sanıyorsunuz. Ben yaştaki, yetmişi aşmış okurlara soruyorum; sizlerin bu düşüncelere ne denli katıldığınız bilemiyorum. Ancak, yine de sizler için “naçizane” bir önerim olacak: Çevrenizde, başta çocuklar olmak üzere, her gün gördüğünüz kişilere, gözlemleyebildiğiniz bireysel ve toplumsal ilişkilere, dahası, doğal süreçlere sakince, olabildiğince önyargısız biçimde bakın. Önceki düşüncelerinizde, yargılarınızda bir değişiklik olmamış mıdır sizce? Olmadıysa eğer aynı kişileri, ilişkileri başka bir zaman daha dikkatlice gözlemleyin öyleyse. Yine bir değişiklik olmamışsa eğer, bir kez daha bir kez daha bir kez daha gözlemleyin… Önünde sonunda aynı kişilerde ya da ilişkilerde daha önce göremediğiniz; “- Daha önce nasıl oluyor da ayrımına varamamışım…” sorusunu hak edebilecek ayrımlar görebilecek, büyük bir olasılıkla çokça şaşıracaksınız. İnanın, böylece şu “koronalı günlerde”, özellikle “bizler” için söylüyorum; son derece varsıllaştırıcı yeni bir alışkanlık edebileceksiniz. En iyisi mi, bu vargımı size her yaz geçici olarak, kaldığımız küme-konutlarda –“sitede”, sonradan ayırdına varabildiğim tutumsal değişimlerden örneklerle açıklayayım; belki bana daha kolay hak verirsiniz. Ama önce, yaz aylarında yaşadığımız “mahallemizi”, yanı sıra, küme-konutlarımızdaki yaşantıyı tanıtacağım. Ardından, anlamlı olduğunu düşündüğüm birkaç gözlemimi aktaracak, aklıma gelen soruları paylaşacağım.

***


Yazları, Ege Bölgesi’nde, çoktandır “mahalle” sayılan bir yerleşim yerinde geçiriyoruz. Gerçekte, çok eski bir yerleşim yeri; MÖ 3. Yüzyıl dolaylarından kalma kalıntıların yakınında kurulmuş. Kıyıdaki Osmanlı döneminden kalan küçük bir kalenin surlarının çevrelediği alan ilk yerleştirmelere ev sahipliği yapmış. Ancak zamanla yerleşmeler surların dışına yayıldıkça yayılmış. Öyle ki, son derece verimli tarım arazileri bile tümüyle yapılaşacakken, antik kentin araştırmacılarının çabalarıyla koruma altına alınınca bu yönelim şimdilik durdurulabilmiş. Yine de önemlice genişlikte verimli tarım arazisi, antik kentin sınırlarına değin yap-satçıların yaptıkları 5-6 dairelik “lüks” sayılabilecek konutlarla doldurulmuş. Verimli tarım arazilerindeki narenciye bahçelerinin “bakımlı” olduğu söylenebilir. Ne var ki, toprakları yoğun yapay gübre, kimyasal ilaç kullanımı nedeniyle bembeyaz kesilmiş. 300-400 yaşlarındaki zeytin ağaçları ise çoğunlukla terk edilmiş durumda; bakımları artık hemen hemen hiç yapılmıyor. Onların zeytin veriminden ise daha çok “mahallemizin” yoksulları yararlanıyor.


Sanıyorum koruma altına alınan arazilerin yapılaşmaya açılmasına da bir gün sıra gelecek. “Gelecek” diyorum çünkü, yakın geçmişte böyle bir girişim gündeme geldiyse de en azından şimdilik püskürtülmüş.

Öte yandan, bu süreçte kale surları içindeki geleneksel yaşam da tümüyle dönüşmüş. Yaklaşık elli yıl öncesini de bildiğim için kolaylıkla bir karşılaştırma yapabiliyorum: Süreç yerel yöneticilerimizin “mahallemizi” yöredeki ünlü turizm yerlerine dönüştürme tutkusuyla – “hırsı” mı ya da “aymazlığı” mı yahut “kapitalist gelişmenin doğası” mı demeliydim yoksa?- hızlandırılmış. Önce kale surları içindeki evler “restore” edilmeye başlanmış. Biliyorsunuzdur, “restore etmek” tüm Türkçe sözlüklerde “eski ve değerli bir yapıyı onarıp eski durumuna getirmek” olarak açıklanıyor. Ne var ki, “mahallemizin” kale surlarıyla çevrelenmiş eski evleri eski durumlarına getirilmemiştir. Gerektiğince onarıldıktan sonra tümüyle hangi kültürün ürünü olduğu belirsiz yeni ve bambaşka bir giysiyle giydirilmiş. Bu arada kale surlarının denize yakın kısmında pazar günleri açılan “köylü pazarı” zamanla kale içindeki sokaklara da yayılmış; giderek, yalnızca yöredeki köylülerin değil herkesi her şeyi sattığı bir çarşı oluşmuş. Birkaç ünlü yönetmeniz yöremizde ve çevresinde geçen filmler, diziler çekince de “mahallemiz”, deyim yerindeyse “uçmuş”. Doğaldır ki (!) kale surları içindeki evlerin kimileri de bu süreçte “barlara”, “cafelere”, “apart otellere”, “pansiyonlara” dönüştürülmüş*. Böylece “mahallemizdeki” yabancılaşma sürecinin nesnel koşulları da pekiştirilmiş. Dolayısıyla kale surları içindeki eski evler bir değerlenmiş bir değerlenmiş ki, değil içinde önünde bile durulamaz olmuş. Duramayanlar ise birer ikişer kale surları dışına göç etmiş. Ancak bu göçe katılanları türdeş saymamak gerekiyor. Sözgelimi, kale surları içindeki köylü- kentlilerin ev-bark sahibi olanları eskinin kırık dökük konutlarını son derece yüksek fiyatlarla satıp kale surları dışında mantar gibi biten “mahallemizde” birer ikişer, üçer daire sahibi olmuş. “Kale surları dışında” demişken, buralarda olup bitenlere de kısaca değineyim: “Mahallemiz” hızla yayılıp yapılaşmış. Daha önce değindiğim gibi; verimli tarım arazilerinde geniş yollar açılmış, parklar yapılmış. Önceleri giriş üstü iki kat olan yapılar son imar affıyla giriş üstü üç katlıya dönüşmüş. Bu yapılara, yazlıkçıların yanı sıra, belki de daha çok büyük kent kaçgunları doluşmuş. Dolayısıyla “mahallemizin” nüfusu da giderek artmış. Böylesi “gelişmelerde” bir de ne olması gerekiyor; doğaldır ki büyük “marketler” değil mi; onlar da mantar gibi çoğalmış… Şimdi “mahallemizde” birisi iki şubeli tam beş büyük “market” var. Balığı denizde ya da akvaryumda görmeyi yeğleyeceğiniz “balıkevlerinden” hiç söz etmiyorum bile. Dolayısıyla özellikle tatil günlerinde içinden kolay kolay çıkılamayacak denli yoğun bir trafik; halka açık denize girilebilir yerlerde “iğne atsan yere düşmez” denebilecek yoğunlukta bir kalabalık, gürültü, çevre kirliliği…

Bizim yaşadığımız küme-konutlarda ise, çoğunluğu kale içinde evleri olmayıp da kale dışına taşınmak zorunda kalan görece yoksul köylü-kentliler tarafından yine görece düşük ederlerle kiralanmış toplam altmış daire bulunuyor. “Mahallemizin” göreceli olarak en eski bir yerleşmesi olan bu küme-konutları, çoğunlukla kale içinden çıkanlar ile bizler gibi az sayıda “yabancının” yaşadığı bir “varoş” olarak nitelemek daha yerinde olacak.

“Varoşumuzda” komşularımızın kimileri balıkçılık, kimileri çiftçilik, kimileriyse ticaret, taşımacılık ya da ücretli işçilikle geçinmeye çalışıyor. “Bizim” gibi “yabanlar” ise çok küçük bir azınlık oluşturuyor. Dolayısıyla yüzyüze ilişkiler, komşuluklar, doğaldır ki anlaşmazlıklar, giderek etkisini yitirse de varlığını sürdürüyor.

Gözlemlerime gelince… İlk bakışta “birbiriyle ilgisiz” görünen bu gözlemler çoğu okura, uygun deyimle, “elmalarla armutların toplanması” gibi gelecek; gelmesin bence.

Anlatayım.

***

* Az kalsın “mahallemizin” 2010 yılında kullanıma açılmış marinasından söz etmeyi unutuyordum: Marina “mahallemizin” denizle buluştuğu bir koyda yapılmış; “doğal liman” olarak anılıyor. Çok ucuza yapılmış olmalı; çünkü, yapıldığı yer zaten doğal bir koy. Oysa tam karşıda, yine Kuzey rüzgarlarına kapalı başka bir koy vardı, orası seçilebilirdi sözgelimi. Seçilebilir ama maliyeti çok daha yüksek olurdu (!) Açık denizle -ki, o da daha büyükçe bir koy- mendirek benzeri bir yapıyla kısıtlanmış. Marinanın karasal çevresi ise tel örgüyle çevrelenmiş; yatı teknesi olmayan kimse içeri giremiyor. “ - Peki bu marinanın yöre halkına, yanı sıra, gezginlere ne yararı olmuş?” derseniz; denizle bağlantısının kesilmiş olması dışında bence hiçbir yararı olmamış. Haksızlık yapmayayım; bir de yaz aylarında haftada bir düzenlenen ücretsiz müzik dinletileri var.

***


Erik Ağacı:

Yaşadığımız yapının önünde küçük bir bahçe; bahçedeyse bir ceviz, yanı sıra bir de erik ağacı var. Eşim, tam bir kentli özentisiyle bahçeyi düzenlemek istediyse de çabalarının sonunu getiremedi. Hiçbir bakım görmeyen, yanı başındaki su kaynağından bile arada bir olsun sulanmayan o erik ağacı öylesine cömert öylesine cömert ki… Her yıl üzeri süreç içinde yeşilden açık kırmızıya, açık kırmızıdan mora dönüşen eriklerden ağacın yaprakları ile gövdesi neredeyse görünmez oluyor. Yaklaşık yirmi yıldır yaz aylarında bu konutta yaşıyoruz; o eriklerin bir kez bile toplandığına tanık olmadık. Oysa “varoşumuzda” her zaman bolca çocuk vardır; onların bile erik ağacına dadandığını hiç görmedik doğrusu. Merak ettim yasaklanmış mı diye, sordum soruşturdum; hayır, hiçbir yasaklama yokmuş. Dolayısıyla bize de güzelim eriklerin yeniden toprağa karışmasını biraz da hüzünlenerek izlemek kaldı.

Düşünüyorum da, komşularımız aralarında büyük bir olasılıkla eriğin de bulunduğu meyveleri neden “marketlerden” satın almayı yeğliyor acaba?

*

Sulanan Bahçe:

“Varoşumuzda” yapılar arasında genişçe boşluklar bırakılmış. Bence iyi de yapılmış doğrusu. Şimdilerde hiçbir yap-satçı böylesine bir “akılsızlık” yapmazdı kuşkusuz. Bu boşlukların kimileri komşularımız tarafından bahçeye dönüştürülüp sebze yetiştiriliyor. İlginçtir, bu bahçelerin ekilmesi, bakılması, bu kapsamda sulanması çoğunluk birlikte yapılıyor. Eh, öyle olunca sebzelerden de birlikte yararlanıyor. Şaşıracaksınız belki, bugüne değin yerleşkemizde bu paylaşım sırasında en küçük bir anlaşmazlığın çıktığına tanık olmadık. Bahçelerin sulanması ise “benim” erik ağacının hemen yanı başındaki kaynaktan hortumlarla yapılıyor. Ancaaaak, yazık ki ne yazık ! Yineliyorum: İzliyorum da sebzeler sulanırken “bizim” erik ağacına bir damla olsun su verilmiyor. “-Eeee, siz versenize !” diyorsunuz değil mi; haklısınız, neden vermiyoruz acaba?

Öte yandan; kale içindeki evlerini yüksek fiyatla satıp yerleşkemizdeki yapılardan daire satın alan bir balıkçı-çiftçi aile ise yapılar arasındaki genişçe boşluğu tel örgüyle çevirip özel sebze bahçesine dönüştürdü, iyi mi… Oysa o boşluk ortak kullanımında olması gereken bir alan. Ancak bizim “varoşta” ne bir soran ne de karışan var; o denli hem “bağımsız” hem de “demokratik” bir cumhuriyet bizim “varoşumuz” !

*

İmece:

“Varoşumuzun” sakinleri arasında öteden beri çokça yaşanıyormuş ama biz yıllardır bunun ayırdına varamamışız: Sözcüğün tam anlamıyla bir imece geleneği var komşularımız arasında. Komşular salça, domates suyu, tarhana, reçel vb kışlık yiyecekleri ortak açık alanda yardımlaşarak hazırlıyor. Cenaze, kına, düğün vb etkinliklere çağrılı çağrısız herkes katılabiliyor. Özel günlerde sınırlı da olsa evden eve aşure, helva, lokma, incir vb yiyecekler dağıtılıyor. Söz aramızda, bu alış-verişten bizim gibi yerel geleneklerden habersiz “yabanlar” da yararlanıyor. Bu denli dayanışmacı ilişkilerin yaşandığı komşularımız arasında küslükler de oluyor kuşkusuz. Ancak yirmi yıllık buralı olarak şunu söyleyebilirim: Bu küslüklerin ne kavgaya dönüştüğüne ne de yıllarca sürdürüldüğüne tanık olduk. Ne var ki, bu gelenek de etkinliğini giderek yitiriyor.

*

“Çocukların dünyası”…

Ayırdındayım: Bu hem çok tanıdık hem de çeşitli beklentilere yol açan bir ara söylem oldu. Oysa ben çocukbilimci ya da çocuk öyküleri yazan bir yazar değilim. Bu bağlamda yalnızca “varoşumuzdaki” çocukların birlikteliklerine ilişkin gözlemlerimi aktaracağım. İstesek de istemesek de, “varoşumuzdaki” konumuz gereği çocukların birlikteliklerini gün boyu gözlemliyor, en azından konuşmalarını duyuyoruz çünkü.

Hemen söyleyeyim: Bizim “varoşumuzdaki” çocuklar da çocuktur ! Onlar da oynuyor, bisikletleriyle cambazlıklar yaparken düşüp yara bere içinde kalıyor, arada bir de olsa çoğunluğu

okullarda öğrenilmiş şarkıları söylüyor, birbirleriyle çekişip günde belki on kez küsüp barışıyor, anneleriyle anlaşmazlıklara düşüyor, gürültüleriyle özellikle bencileyin yaşlıları kızdırıyor… Hepsi tamam da çocukların nasıl bir dünyaları var ki, örneğin Ceyhun Atuf Kansu’ya “Bir Çocuk Bahçesinde” başlıklı şu şiiri yazdırıyor:

Çocuklar beni de alın içerinize,

Ben de güzel oyunlar oynamayı bilirim,

Çocuklar, imreniyorum şimdi size,

Yıllar oluyor ki kırıldı çemberim.

Benim de devleri vardı masallarımın,

Keloğlan kahramanıydı sihirli dünyamın,

Periler uyurdu altında kiraz dallarının,

Bir çini kadar zengindi içi dünyamın.

Benim de sapanlarım vardı söğüt dalından yapılı

Benim de kuşlarım vardı kafessiz ve şen,

Bir güzel evim vardı ki altın kapılı.

Böylesine özendirici birliktelikleri var “varoşumuzdaki” çocukların da. Onlara baktıkça Nazım’ın “Dünyayı Verelim Çocuklara” başlıklı şiirindeki öneriyi daha çok benimsiyorum:

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında dünyayı çocuklara verelim kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi hiç değilse bir günlüğüne doysunlar bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecekler

Ama doğrusunu isterseniz ne ben ne de eşim yaşamımızın hemen hemen hiçbir evresinde böyle bir tutum içinde olmadık ya da olamadık ne yazık ki. Oysa ikimiz de yüksek öğrenimliyiz; üstelik gelirimiz de çoğu zaman gerekenleri yapacak düzeyde. Şimdi düşünüyorum da, “varoşumuzdaki” çocukları nasıl bir gelecek bekliyor acaba?

Sorular sorular sorular…

Başlıcalarını aktardığım gözlemlerim aklıma, çoğunu yanıtlayamadığım pek çok soru getirdi. Birkaçını sizinle de paylaşıyorum:


-En küçük bir toplulukta bile her koşulda satın alarak tüketmek, nasıl oluyor da toplumsal yaşantımızın temel kurallarından birisi olabiliyor?


-Bir toplumun toplumsal, kültürel, dolayısıyla da davranışsal, siyasal, inançsal yapısı yalnızca bir kuşakta bu denli köktenci biçimde değişebiliyor; sözgelimi, mülkiyet tutkusu bu denli yoğunlaşabiliyor, bireysel ve toplumsal kindarlık keskinleşebiliyor?


- Köy özelliğinde küçücük bir yerleşme yerinde olumsuz kentleşmenin her türlü değer yargısı ve davranış biçimi, kısacası yaşama kültürü bu denli kısa süre içinde yaygınlaşıp egemenleşebiliyor? Şimdi düşünüyorum da, “mahallemizin”:


“Yaklaşık üç bin bir yıllık bir tarih + her yönden varsıl bir deniz + verimli tarım arazileri “

varsıllığı nasıl oluyor da uzun dönemli çok boyutlu ve tümleşik bir kullanım planıyla yönetilemiyor; tüm canlı yaşamın bu varsıllıktan sonsuza değin çok boyutlu biçimde yararlanması olanaklı kılınamıyor?

- Öte yandan, neler oluyor da çocuklar büyüdükçe çoğunluğunun;


o düşünce yapıları çok boyutluluktan az boyutluluğa doğru dönüşebiliyor,

o dilleri, örneğin, Türkçeleri bu denli yoksullaşabiliyor, o duygu ve davranış biçimleri bu denli “ben merkezci” olabiliyor,

o “kanka” saydıklarıyla ilişkileri bile bu denli kısa ömürlü olabiliyor,

o apaydınlık güzelim yüzleri nasıl oluyor da bu denli kararabiliyor,

o kültürel yaşamları bu denli sığlaşabiliyor,

o sözgelimi, ilgileri ve iletişimleri akıllı ya da akılsız telefonlarına bu denli odaklanabiliyor?


Benzer pek çok soru sizin de aklına gelmiş, sizler de pek çok yanıt vermişsinizdir sanırım. Çok merak ediyorum; şu sorgulamayı ne denli anlamlı bulursunuz acaba: Biliyorsunuz, ülkemizde, 1973 yılında çıkarılan, çıkarıldıktan sonra da onaltısı 2002’den sonra olmak üzere (!) tam yirmi kez değiştirilen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu var. Bu yasanın “Ferdin ve Toplumun İhtiyaçları” başlığı altında yer verilen 5. Maddesine göre;

“Milli eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleri ile Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir.”

İyi de sorgulanması gerekmiyor mu;

“- Bu denli ayrıştırılmış bir toplumda hangi “toplumun ihtiyaçları” temel alınıyor ya da alınacak; buna kimler nasıl karar verebilecektir?

Bu sorgulamanın “gerçekçi” olarak yapıldığını varsayalım. Peki “gerekenleri” kimler nasıl belirleyecek, planlayacak, “gerektiğince” de yaşama geçirebilecektir?

***

Tamam; kapitalizm istediği toplumsal yapıları, ilişkiler ile değer yargılarını dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de oluşturup egemenleştirdi.

Tamam; ailede, okulda, işyerlerindeki antidemokratik ilişkiler bu oluşum sürecini büyük ölçüde kolaylaştırıp yaygınlaştırdı.

Tamam; ülkelerin, ulusların, toplumsal sınıfların, ırkların, dinlerin varoluş savaşımları günümüzde daha da keskinleşti.

Tamam; şimdi bir de covid-19, insanları yalnızca evlerine değil sevdiklerine karşı da kapadı.

İyi de, tüm bunlar, covid-19 öncesinin de gerçekliği yadsınamayacak oluşumları, olguları değil miydi? Bizim küçücük “varoşumuzda” yaşananlar bile dünya geneli, yanı sıra, ülkemiz özelindeki tüm bu olup bitenlerden bağımsız olarak açıklanabilir mi? Abartıyorsun diyenler bir adım öne çıksın lütfen !

Son sorular: Çoğu kişi, örgüt tüm bunların ayırdında değil mi? Hiç kuşku yok ki, ayırdında. Öyleyse şimdiden bir milyona yaklaşan bireyini öldüren bir virüsle dahi başa çıkamayan “uygarlık”, nasıl bir uygarlıktır?



“Kapımıza dayanan” nedir; yalnızca covid-19 mudur?






116 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page